Ahir zamanda anne olmanın daha anne olmadan üzerimde yarattığı korkunç iki tahribat vardı. Birincisi çocuk yetiştirmeyi bir denklemin eşitten önceki kısımlarına doğru şeyleri koymak ve denklemin çıkışını kontrol edebilmek zannediyordum. Zannediyordum ki doğru kitaplar, doğru davranışlar, iyi vitaminler ve biraz self-kontrol ile çocuğum aşağı yukarı hayallerimdeki gibi bir evlat olacak. Elbette zorluklarla karşılaşacağım biliyordum ama sonuçta internet mucizesine şahit olmuş bir millennial’dım ben, internette çözümünü bulamayacağım zorluk yok zannediyordum. Ama kucağımdaki 3 kilo çocuk boyutunun 300 katı ses çıkararak ağladığında internete girecek vakit bile olmadığını ve aslında anneliğin farkında olmadan öğrendiğim, gözlemlediğim, neredeyse içgüdü diyebileceğim kadar kökenini-kaynağını bilmediğim bir şey olduğunu anladım.
Ama hayır, bu bir anne olunca anladım yazısı değil. Bu bir türlü kutlu olamayan anneler günümün yazısı.
Başa dönelim, içimdeki annelikler öyle karmaşıktı ki. Bir yandan çocuğumun bütün ihtiyaçlarını, isteklerini amasız-fakatsız karşılamak isteyen, kendisini bir gülümsemesine feda etmek isteyen, hayatının her bir zerresini evladına adamakta hiçbir beis görmeyen cefakar ve dahi fedakar bir anne yaşıyordu. Öyle bir anneydi ki, 48 saati toplamda 4 saat uykuyla geçirmiş bile olsa evladını yine de açık havaya çıkarmak istiyor, kendisini full artı full organik beslemek için dağları dereleri aşıyor, sırf anne sütü alsın diye memelerindeki yaraları bile göze alıyordu. Bu arada evladım büyüyor, büyüdükçe evin her bir köşesinde kendisini tehlikeli durumlara sokuyor, hareket etmek istiyor ve hareket ettikçe benim fiziksel olarak kendisinden 30 cm uzaklaşmam mümkün olmuyordu.
Altında şalvarı, başında tülbenti, “Sen yeter ki ye guzuuummm” diyerek kendi yemeğini evladının önüne koyan annenin yanında bir şeyler yolunda gitmiyordu. Mutlu değildim, mutluluk basit bir ifade, iyi değildim. İçimdeki millennial daha üç ay önce hangi kahveyi içeceğine dair yarım saatini ayırıp düşünebilen bir bireydi neticede, kendisini kahvesiz bırakmak biraz haksızlık olmuyor muydu? Evladını mümkün olsa da Tayvanlı bakıcıların kucağına atsa, arkadaşlarıyla buluşsa, sadece iyi geceler öpücüğü bile verse olabilirdi yani, o da bir annelikti sonuçta. Neredeyse bedeninin sınırları genişlemiş; şimdiye kadar kendi hayatını belirleyen sınırlarıyla birlikte başka bir varlığın hayatıyla bütünleşerek varlığının da kenarı köşesi yok olmuştu. Bu kadın da bendim, değil mi? Biraz da çizgi film izlese hiçbir şey olmaz, akşam yemeği yerine çubuk kraker de karın doyurur diyen bir kadındı bu. Çocuk yetiştirmeye ilişkin pratik bir bilginin kırıntısına bile sahip değilse de iç güdüleri vardı, kendi sınırını aştıkça işlerin kötüye gideceğini hissedebiliyordu.
Şehirli ve güçlü bu yeni kadın anam ne yapacağını bilmediği noktada hiçbir şey yapmamayı tercih ediyordu. Ve elbette ağlayan bir çocukla hiçbir şey yapmamak bile, sırf sabrettiğimiz için, çok şey yapmaktı.
İşte anne olmanın ikinci tahribatı tam da burada başladı, anne olmanın dümdüz bir insan olan beni bu kadar sarsmasını, dönüştürmesini, kendi varoluşum üzerine bu kadar düşünmeye zorlamamasını dilerdim. Kim bilir hangi atamdan getirdiğim köklerimdeki anayla 30 yıla sığışmış bir yaşama deneyimine bir bayrak gibi sarılan şehirli kadının bu kadar çatışmamasını, beni ne yapacağımı bilmez bırakmamasını dilerdim. Bugün, bu iki kadını barıştırmaya çalışmaktan yoruldum, ne kadarsam o kadar anneyim, içimdeki her kadının da anneler gününü hassaten, ayrı ayrı kutluyorum artık.
Hepimizin içinde yaşayan, annelerimizden gelen, anneannemizden kalan, kitaplardan öğrendiğimiz, sosyal medyada gördüğümüz bütün annelerin de anneler günü ayrıca kutlu olsun.
*Kapak görseli: Asaf Tuna Şerbetçi