Bir Reddedişin Hikayesi: Hayattaki En Büyük Korkum Anneme Benzemek

Bir Reddedişin Hikayesi: Hayattaki En Büyük Korkum Anneme Benzemek


Sahi annelerine benzemek istemeyen kızlara ne oluyor?

 

Friends’in bir bölümünde Rachel “Anneme benzememeye çalışırken ben babam olmuşum” diyordu. Annelerine benzememek isteyen kızların hikayesi biraz böyle sanki nerede durmak istemediği belli ama nereye gideceği belirsiz bir yolculuk hali.

 

Sayıca ne kadar çok kadın annesine benzemekten korkuyor, biliyor musunuz? Ah, bilirsiniz elbette herkes kendinden bilir, belki anlık, kısa süreli hislerden, belki de tüm ömre yayılmış bir reddediş hikayesinden, ucundan kıyısından bilir herkes bu mevzuyu. Peki, “Senin annen bir melekti yavrum”larla büyümüş kuşakları annelerine benzememek için var olmaya çabalatan neydi?

 

Bu meseleyi Bağlanma Kuramı perspektifinden ele alabiliriz, daha spekülatif olup Freud’un kavramları ile kız çocuklarının yaşadığı oedipus kompleksi -ya da elektra-  yani penis kıskançlığı üzerinden bol atıflı bir psikolojik incelemeye dönüştürebiliriz. Ya da Jung’un anne arketipi üzerinden derin sulara açılırız, ki Jung bu meseleyi çözmüştü. Demişti ki, anne kompleksi bazı kadınların anneye benzememek üzerine bir hayat kurmalarına yol açar, benzememek motivasyonuyla yola çıkılan bu hayatta ne istemediklerini çok iyi bilirler ama ne istedikleri hep belirsizdir. Hareket noktası yalnızca anneye benzememektir. Ve devam eder, bu kızlar entelektüel güçleriyle anneyi yenmeye çalışırlar. En büyük savunmaları budur: akılcılığa başvururlar.

 

O yüzden akılcılığa çokça başvurmadan anneye benzememe çabasını anlamaya çalışacağım. Belki en baştan gelecek direnci ve suçluluk hissini yumuşatmak için şunu söylemeliyim. Benzemek istenmeyen her anne “kötü” anne değildir. İhmal, istismar gibi can yakıcı durumları dışarda tuttuğumuzda, “en iyi” annelerin bile kızları için benzememe referansı olma ihtimali vardır.

 

Aslında hikayenin olağan seyrinde beklenen de budur: dünyadaki ilk muhatabımız olan anneyle her şeyi dışarda bırakan bir bütün olma hissinin zamanla ayrışmayı getirmesi; ufak tefek kırılmalarla annenin yüceliğinin, mükemmelliğinin, sonsuz doyuruculuğunun yerini “gerçekçi” anneye bırakmasıdır. 

 

Böylece ayrışabiliriz. Yani aslında gidip gelip her türlü gelişim kuramının vasıtasıyla kapısını çaldığımız annelerin de her zaman bir suçu yoktur. Olması gereken oluyordur ve biz yeni oyun arkadaşları edinip bir de üstüne “ben anne olucam”lara başlamışızdır bile, sonra ufaktan annenin yanına öğretmen yaklaşır; şarkıcılar, film yıldızları durur mu onlar da parıldamaya başlar ve hayran olunanlar, idealize edilenler pıt pıt artar. Araya bir de kan kardeşler, ilk aşklar, ilk gruplaşmalar, dışlanmalar girer ki annenin dairesi hafif hafif daralır. Biz bu sırada “asap bozucu” müzikleri bangır bangır dinleyerek, yeni ufuklara açılan kitaplara gömülerek, başkaca hazları keşfederek hafif hafif ayrışırız. Tabii anne hala oradadır, bu olağan seyirde hem çatışır hem sevişir, devam ederiz ilişkimize. Ayrışarak kendimize dönüşürüz. Burada mesele anneye benzememek değildir, anneden ayrışarak kendini bulmaktır. Yani, kendi ≠ anneye benzememeye.

 

Ama işte bazı hikayelerde bu ufak kırılmalar yerine büyük, aşılmaz yarıklar oluşur. Anne “gerçekçi” bir zemine oturmadan, kendimizi görmek istemediğimiz bir aynaya dönüşüverir ve kendi talihiyle, belki mutsuzlukları, çaresizlikleri, belki idealleri, hevesleri, arzularıyla yanından dahi geçilmeyecek bir adres olur. Sanki annenin talihi kızına miras kalıyordur da hemen aceleci bir reddi mirasa başvurmak gerekir. Peki ya o mirasta anneden başka, koca bir toplum yok mudur? Vardır elbet. O toplumda kadın olmak meseleleri, nesilden nesile aktarılan roller, kurallar, ülkenin gel-git’li tarihi, sosyo-ekonomik durumlar, alacaklar, borçlar her şey vardır aslında. Keşke dönüp dolaşıp kabak annenin başına patlamasındı ama işte çocuk bir anneyi bilir, görür (bir de babayı ama o başka bir hikaye).  En nihayetinde miras anne olarak şekle girer, oradaki çaresizlik, mutsuzluk, öfke her neyse ağır gelen anneye benzemeyerek, onun talihinden, o zorlukların yükünden kurtulmaya çalışılır.

 

Ne olmak istemediğini çok iyi bilen ama ne olacağı konusunda sonsuz ihtimaller içinde dolaşan kızların hikayesi de böyle başlar. 

 

Bu hikâye bazen hayal kırıklıklarını bazen büyük öfkeleri, ya da suçluluk duygularını beraberinde taşır gittiği her yere. Bir referans noktası eksiktir. İlk aynamızda görüp önce sevip, sonra “yok bu değil başka bir şey” diyerek eğip büküp inşa edeceğimiz kendiliğimiz, bir reddediş üzerinden inşa olmuştur.

 

Böyle olunca da ya kendimize sürekli aynalar aramaya başlarız ya da kendimiz dediğimiz şeyler işte neyse onlar, yapılanlar, edilenler, tüm hayat, bazen güzel, arzu edilir görünür, bazen “işe yaramaz”. Neyi istemediğini bilmek, ne istediğinin cevabını getirmez. Bir hunharca yüceltiriz, “ben ben” dedikçe var ederiz, sonra bir bakarız tüm bunlar boşlukta yüzen bir çabaya dönüşmüş, anlamını yitirmiş. Sadece yapıp ettiklerimiz değil, ilişkilerimiz için de geçerlidir bu durum. Bir çok severiz, bir hissizleşiriz, ya ilişki anlamsızlaşır, ya da o kişi ne bileyim bir şeyi göze batar da, büyü bozulur gibi olur ya, işte öyle değersizleşiverir. Yine boşluk. Anneyle çözülemeyen meseleler bir boşluk yaratır.

 

Ortada bir ben vardır da, seyri tayin edecek bir şey eksiktir, bir referans noktası, yola çıkılacak bir başlangıç noktası. Dikkat! Bu seyri tayin eden anne değildir (o başka bir hikayedir, dümeni tamamıyla anneye bırakma hikayesi). Seyri tayin eden, anneden ayrışarak kendine ulaşma meselesidir.

 

Neyse, bir şekilde her şey tıkırında giderken bir çorap katlama şekli anneye benzeme korkusunu hortlatıverir. Unutulmaya çalışılan annenin talihi orada öylece bize bakıyordur. Çünkü dile gelmeden, helalleşmeden, vedalaşmadan yapılan ayrılmalar kapıyı hep aralık bırakır. Benzeme ihtimali, annenin talihine yakalanma ihtimali korkusu gidilen her yere gelir. Bu yüzden suçluluk ya da öfkeyle dolmuş o boşluğu, dile tercüme etmek gerekir.

 

Anne, ilk yuva, kaçmadan ayrışabileceğimiz neyi bıraktığımızı, o bıraktıklarımızın bizdeki yükünü görerek vedalaşabileceğimiz bir ilk durak. Her veda yeni olana kapı aralar. Ancak vedalaştıktan sonra, bu sefer kendimiz olarak, kendi talihimizi onunkinden ayırarak ilişki kurabilme ihtimali beliriverir.

 

Ve böylece;

kaçmadan, kendimiz olarak yer bulduğumuz hikayeler oluşturabilme temennisiyle…

3 yorum

Yorum Yaz