Sebepsiz Yorgunluklar Gizli Sorumluluklar

Sebepsiz Yorgunluklar Gizli Sorumluluklar


33 yıllık kendi küçük hikayem, başkalarının hikayelerine eşlik ederek gördüklerim bana şunu çok net bir şekilde öğretti:

Hiçbir yorgunluk sebepsiz değildir arkada gizli saklı sorumluluklar olabilir hatta vardır, neredeyse kesin gibi bir şeydir.

 

Şimdi 33 yıllık hikayem dedim ama şöyle de bir parantez açmak lazım tabi. (Neyin ne olduğunu bilmediğim, hatırlamadığım ilk 3 yılı çıkarırsak, sonraki 3-5 yılı dünyanın en önemli varlığı olduğumu hissederek yaşadığıma göre, e okul hayatı filan genelde “ne kadar akıllı olduğumu” düşünerek, ergenliğim de her şeye karşı olma çabasıyla geçtiğine göre ilk 20 yılı gizli sorumluluklar muhasebesinden düşebiliriz. Geriye kalan 13 yılın önemli bir kısmında, genç bir yetişkin olarak hayatta büyük meseleler, büyük acılar, bunları görmezden gelemeyecek kadar büyük hareketler olması gerektiğini düşündüğüm olmuştur evet, ama bir yerde bu büyük sorumlulukların da ötesinde gizliden gizliye yüklendiğimiz sorumlulukları görebildim herhalde. Görmeye de devam etmeyi umuyorum, önce kendim için.)

 

Gizli sorumlulukları görünür sorumluluklardan ayıran en önemli şey, neyi taşıdığımızı, ne zamandır taşıdığımızı bilmememiz ve dolayısıyla, neyin bizi yorduğunu da tam kestiremememiz.

 

Mesela başkalarını mutlu, iyi etme sorumluluğu, ne kadar da güzel bir istek değil mi? Ama işte başkalarının mutluluğunun sorumluluğunu aldığımızda fark etmeden mutsuzluklarına da ortak oluruz. Olsun varsın, diyoruzdur belki. Sonuçta bunun kötü yanı nedir ki? Gizli sorumlulukların bir özelliği de bu, kötü bir şeye yol açmamak kaydıyla her şeyin sorumluluğunu aldırıverirler insana. İyi ve kötü de her zaman net bir şekilde ayrılmadığına göre, hayat asla kontrol edemeyeceğimiz başkalarının talihini, seçimlerini, deneyimlerini güzelleştirmek için harcanan bir çabaya dönüşüverir. Herkesin en sevdiği yemeği biliriz, biri üşüdüğünde hissederiz, yorgun olanı dinlendirir, üzgün olana neşe veririz. Biz mi, hiç yorulmayız tabi, başkalarını iyi gördükçe artan bir enerji kaynağımız vardır. (Aslında yok.)

 

Böyle gider hikaye, başkalarının neye ihtiyaç duyduğunu şıp diye anlayan bir radar yerleşiverir insanın içine. Ama iktisat biliminden aldığımız yetkiyle diyebiliriz ki, kaynaklar sınırlıdır. Yani başkalarına harcanan enerji bir yerleri aç bırakır. İnsanın hayatında diğerlerinin sesi arttıkça kendi sesi cılızlaşır. E tabi insanın sadece kendi borusunu öttürmesi de hoş bir şey değil, o da yalnızlığın başka bir türü ama sanki burada bir dengeye ihtiyaç var gibi. Hayatta kendi sesimizi bastırmadan diğerleriyle olabilmeye, hedefin onların mutluluğu değil paylaşılan bir mutluluk olduğunu hatırlamaya. (He, bir de mutluluğu hedef yapmasak daha iyi olur aslında, neyse o başka bir hikaye) Bu sorumluluğu biraz olsun azaltmak için arada kendimize diğerlerinin her zaman mutlu, iyi olmasını sağlayamazsam bana ne olur’u sormak lazım gibi. Çoğunlukla ihtiyaçlarımızla buluşuruz, mesela üşüdüğümüzü fark ederiz, bizim de canımız tatlı çekince belki birinden isteriz, enerjimiz düşünce biri keyfimizi yerine getirir, yani hep birilerine koşmamız gerekmeyebilir bir orta yerde buluşabiliriz hali olur.

 

Nefessiz kalıp da durduğumuz bir yerde, nereye koşuyorum, hedef neresi, azıcık da içime sinmeden dursam ne olur, bu en’leri karşılayamasam ne olur, gerçekten en kötü ne olabilir, sorusunu sorabiliriz

 

Gelelim en akıllı, mantıklı, başarılı, kontrollü, hataya yapmayan olma sorumluluğuna. Her biri ayrı yerden beslenen ama “en” çatısında birleşen sorumluluklar. Bu en’lerin sorumluluğunu kendimize karşı alıyoruz sanki. İçimizde, bir yerde “yeteri kadar” ayarı bozulduğunda hayat bitmek bilmeyen bir mücadeleye dönüşüverir. Bir şeyler hiç yetmez. Yetiyor gibi göründüğünde de içeriden bir ses “o kadar emin olma” deyiverir her defasında. Daha akıllı olabilirsin, okunacak, öğrenecek bir sürü şey var, hiç biter mi? Daha başarılı olabilirsin, millet neler neler yapıyor? Hatanın h’sine yer vermeden bir kontrol çemberinde yaşayabilirsin, giderek daralır bu çember ama olsun. Her “en”, tamamlanması gereken bir parkur getirir hayata, bazen bu parkurlarda başkalarıyla yarışırız, bazen kimse olmasa da kendimizle, tabi bitiş çizgisinin de olmadığını varsayın.

 

“İçime sinmiyor” bu sorumluluğun mottosudur. Peki, yaptığım şey her ne ise o, ne olunca içime sinecek mi? Belirsiz… Bu mesele her zaman “Sınavdan neden 100 yerine 80 aldım”daki kadar somut değildir, keşke olsa. Hayatın pek çok alanında, yani çalışan olmak, öğrenci olmak, anne-baba olmak, yazan olmak, konuşan olmak, hayatın anlamını sonunda bulan olmak gibi pek çok rolünde 100 puan noktasının olmadığını düşünün. Orası yok, bitiş çizgisi. Nefessiz kalıp da durduğumuz bir yerde, nereye koşuyorum, hedef neresi, azıcık da içime sinmeden dursam ne olur, bu en’leri karşılayamasam ne olur, gerçekten en kötü ne olabilir, sorusunu sorabiliriz. Bir şeyler olur elbette ama bu kesinlikle dünyanın sonu değildir.

 

Sevilmek Bir Sorumluluk Değildir

 

Ah gelelim en sinsi, gizli sorumluluğa, sevilen olma sorumluluğu. Bu sorumluluk insana neler yapmaz ki? Bazen, hikâyenin bir yerinde sevilmezsek bunun dünyanın sonu olduğuna inanırız. Ki hayatımızın erken safhalarında bu böyledir. Bizi her gece iki saatte bir memeyle buluşturan sevgidir işte ya da gecesi gündüzü belli olmayan işlerin tatil günlerinde salıncaklarda sallatan. Senin için buradayım, bir şeyler ters giderse elimden geleni yapacağım güvenini veren de sevgidir. O dönemlerde sevgi ve güven iç içedir. Sonra ufak ufak ayrılırlar birbirlerinden güvende hissetmek için illa ki birilerinin bizi sevmesi gerekmez, çünkü büyümüşüzdür ve güven içeriye, bir yere yerleşmiştir. Ama işte bazen, bazılarımız için bir şeyler ters gider ve sevgi=güven, her şey yolunda hissi oluverir. Buradan itibaren insan, biri, koca dünyada tek bir kişi bile onu sevmezse dünyanın sonunun geldiğine inanabilir. Dünyanın sonunun gelmesi de kimse için iyi bir şey değildir elbette. Tek kurtuluş sevilmektir. Alabildiğine sevilmek, herkes tarafından sevilmek. İnsan başkasının tasarrufunda olan bir hissin sorumluluğunu bir kere kendi üzerine aldığında kendiyle mücadelesi de bitmez. Sevilmek için tüm köşeler törpülenir. Sevilen olma sorumluluğu sevmeme hakkını da alır götürür. Ki en önemli haklarımızdan biridir, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine nasıl eklenmemiş anlamıyorum.

 

Madde bilmem kaç: Herkesin bir şeyi, birini sevmeme hakkı vardır, sevmediklerine zarar vermediği, başkalarının sevmesine karışmadığı ölçüde kimse sevmediklerinden sorumlu tutulamaz.

 

Neyse. Sonuçta sevildiğini bilmenin yetmediği bir nokta da vardır ki, o da görülmesidir. Herkes tarafından görülürse eğer ne kadar sevilen olduğumuz, böylece güven hissi tastamam yerleşir. Kimsenin kafası karışmaz. Bu sorumluluğu daraltmak için yani herkes tarafından değil de benim için önemli bazıları tarafından sevilmek, şekline dönüştürebilmek için sevilmezsem bana ne olur, sorusu sorulabilir. Cevabı veren genelde korkmuş bir çocuktur.

 

Elalem Ne Der? Ama Hangi Elalem? 

 

Aldığımız gizli sorumlulukların sayısı, nüansı insan adedince, yani yazmaya kalksak bitmez demeye getiriyorum ama son bir tanesinden bahsetmezsem olmaz: “elalem ne der?” sorumluluğu. Kim olduklarını tam bilmediğimiz, bize bir garezlerinin olduğundan neredeyse emin olduğumuz türlü türlü elalem’ler. Hayır bu elalemlerin her konuda da bir fikri var muhakkak. Güzellik, mutluluk, başarı, sağlık, sevgi, saygı… Bazı elalemler mesela çok geleneksel bir yerden evlen, diyor; çocuk yap, diyor; erkek dediğin evin direğidir, kadın zaten dişi kuş, yuva yapan. Bazı elalemler ise, çok güncel, mesela diyor ki, hayatın tadını çıkar; her gün yeni bir şey keşfet; kinoa ile beslen mercimek nedir; konfor alanından çık, dışarda ensende boza da pişirseler çık işte. Böyle, türlü türlü elalemler... Bu sorumluluğu aldığımızda da (ki almayanımız hani neredeyse yoktur) ya elaleme uyuyoruz onun isteklerine göre yaşamaya çabalıyoruz. Sonra da gidip bir başkasının elalemi oluyoruz, bu işler böyledir çünkü. Ya da sürekli elalemle bir zıtlaşma (aslında uzlaşma) sana rağmen yaptım bu seçimi, didişmesine giriyoruz, içten içe kabul et, diyoruz “beni böyle kabul et”. E öyle de olmuyor, böyle de olmuyorsa ne yapalım? Belki şu soruyu sormak bizi kendi elalemimizle buluşturur. Benim elalemim bana ne diyor, hangi konuda benimle konuşuyor? Çünkü büyürken herkes kendi elalemini yerleştiriyor içine, onu uzaklarda aramaya gerek yok. Başkasına konuşan elalemi duymuyoruz ki, meselemiz bize konuşan elalemle.

 

Evet, tüm bunları aşmanın bir yolu var mı?

 

Bilmiyorum. Bu zamana kadar karşılaştığım hiçbir psikoloji kuramı, psikoterapi ekolü tastamam bir iyilik halinden bahsetmiyor. Yeteri kadar “iyi” olmanın yolu da içerdeki bu gizli saklı sesleri duymak gibi, önce duymak, sonra daha makul bir sese dönüştürmek. Yani, var olduğumuz sürece bildiğimiz, henüz tanışmadığımız gizli sorumluluklarla muhatap olacakmışız gibi görünüyor. Daha yakından bildiğimiz şey, yorgunluk hissi. Hani hiçbir şey yapasın olmaz, sanki taş taşımışsındır hissi. İşte o his, bir işaret. Şimdi hepimiz bu güzel öğleden sonrası için ya da günün hangi vaktiyse orada, oturup hangi taşları taşıyor olabileceğimize bir bakalım. Bedenimiz yardımcı olacaktır. İlk işareti hep beden verir. Nereden ses geliyorsa taş oradadır. O taş ne diyor? O taşı ne kadar zamandır taşıyoruz? Onu oradan indirmenin bir yolu var mı?

 

Hayat galiba biraz böyle, bazen o taşları indiriyoruz, bazen tekrar yükleniyoruz. Üç vakte kadar tekrar tekrar yoklamakta fayda var.

 

 

 

 

2 yorum

  • profil
  • profil

Yorum Yaz