Açık Mektup

Açık Mektup


Kampüsteki iftarın ardından Munira’yı okulun avlusundaki banklarda otururken buluyorum. Munira şu an yaşadığım yerin çalışanlarından biri. Usulca yanına ilişiyorum. Abdullatif’i bekliyormuş. Ellerimi çeneme yaslayıp nasıl olduğunu soruyorum. İyiyim ama biz Swahililer hamileyken yüzümüz değişiyor, diyor. Rengimiz de daha çok koyu oluyor, diye ekliyor. Zawadi’nin sırtı kapkara olmuş hamileyken, kendisinin de öyle olacağından endişe ediyor. Beyazlar aynı kalıyormuş, teorisi bu yönde, açıkçası pek aklıma yatmıyor.

 

Aşk hakkında söylediklerinde ciddi miydin Muni, diye soruyorum. Evet diyor, röportaj yaparken söylediği cümleleri tekrarlıyor. ‘’Love is a normal thing, not a big thing, is normal’’ diyor. Sonra ekliyor, şu an bile kendimi bu durumdan ayırabilirim, diye. Munira üç aylık hamile. Bu durum dediği şey de evliliği.

 

Senin gibi özgür olmak isterdim, diyor. Ben nasıl özgür müşüm acaba? Evlenmemiş olsaydım iftar olduğu günler kampüste uyurdum eve gitmezdim, diyor. Sonra nedense, Abdüllatif beni seviyor, diye mırıldanıyor. Hamileliği başladığından beri Abdüllatif de balık yiyemez olmuş ve sürekli yorgunmuş. Bu durumun hoşuna gittiğini gözlerinden anlıyorum.

 

Ne istiyorum biliyor musun Gülfem, bir gün benim de kendime ait bir arabam olsun, diyor. Küçücük olabilirmiş, iki kişilik filan. Hatta tek kişilik de olurmuş. Munira’nın bugünlerde tek isteği az hareket etmek anladığım kadarıyla. Abdüllatif’in motor sesini duyuyoruz, bir arkadaşının motorunu alıp gelmiş. Çünkü evleri kampüse yürüyerek 45 dakika uzaklıkta ve iki köy arasında akşam yediden sonra herhangi bir toplu taşıma aracı yok.

 

Bir Munira’ya bakıyorum bir kendime bakıyorum. Munira benim burada bağ kurduğum ilk kadınlardan biri. Kendimi biraz ona benzetiyorum. Bambaşka hayatlar yaşarken, ya da yaşadığımızı zannederken, nasıl da aynı olduğumuza şaşırıyorum. Bu, garip bir şey. Dünyanın öteki ucuna gidiyorsun ve kendine benzeyen birileriyle karşılaşıyorsun. Belki aradığımız hep kendimiz olduğundan gördüğümüz de hep kendimizizdir, filan feşmekan. Aman ne bileyim.

 

Bir süre evvel kalkıp Zanzibar’a geldim. Ani bir karardı, pişman değilim. Ama bu kadar bağ kurmak istememiştim, gerçekten. Birbirinden güçlü insanlarla karşılaştım. Birbirinden güzel deli deli kadınlarla. Aklımı alan hikayeler dinledim. Dünyanın yaşanmaya değer bir yer olabileceğinin kulağıma tekrar tekrar fısıldandığı günler geçiriyorum. Hayır ya, öyle düşündüğün gibi dramatik bir aydınlanma değil. Dünya işte yani, güzel ve aynı, her yerde de olur, oldurursan, istersen, birlikteyken.

 

Ben Gülfem, dünyanın her yerinde yaşayabileceğime ve her şeyi çözebileceğime inanırım.

 

Bu inancın kibirle alakalı olup olmadığı kafamdaki sorulardan biri, umarım değildir. Bu satırları Afrika’nın bir köyünde sinekler bütün bedenimi yemeye yemin etmiş gibi davranırken ve Hint okyanusunun sesi kulaklığımı aşıp beynime hücum ederken yazıyorum. Bu akşam belime kadar pilav tenceresinin içine sarkıp yemek dağıtırken dünyanın her yerinde yaşayabileceğime ve eğer istersem, ki bu mühimdir, her şeyi çözebileceğime tekrar ikna oldum. Tamam da neden? Bazı cevapları tekrar tekrar kabul etmek için kendini oradan oraya sürüklemeye gerek var mı gerçekten?

 

Ben Gülfem, umarım sen de kendine huzurunu kaçıracak sorular soruyorsundur kız kardeşim, bu konuda yalnız kalmak hiç istemem.

 

Gözlerinden öperim.

g.

3 yorum

  • profil
  • profil
  • profil

Yorum Yaz