Kolay ve basit olanı seçiyoruz. Zahmetsiz olanı seçiyoruz.
Evine misafir almayı değil misafir olmayı seçiyoruz. Yemeğini ben yaparım demiyoruz, dışardan tatlıyı alırım diyoruz. Evlerimize ne yoksulu ne düşkünü davet ediyoruz. Arkadaşlarımıza bile evlerimizi zor açarken yoksula geldiğinde iftarının ücretini karşılamayı tercih ediyor ya da en fazla yemeği alıp onun evine gidiyoruz. Neden yoksula evimizi açmıyoruz, gidersek de hep onun sofrasına gitmeyi tercih ediyoruz. Ya da dışardaki normalimiz olan bir restauranta onu da götürmüyoruz. Çünkü daha kolay olanı seçiyoruz. Kendimize gelince iyi ve zor olanı seçiyoruz. Hastalandığımızda ziyaret edilmeyi, sıkıntılara düştüğümüzde kıymet verilmeyi daha doğrusu yüz yüze hal hatır sorulmayı bekliyoruz. Kendimiz için istediğimizi başkası için yapmıyoruz.
Evlerimizin konforu artıyor. Hayatımızın standartları yükseliyor. Ama evlerimize buyur ettiğimiz ve hayatlarını misafir etmek istediğimiz birlikteliklerin sayısı artmıyor. Evlerimize alamadıklarımız da yüreğimize misafir olmuyor ve doğal olarak gönül bağları oluşmuyor.
Koca bir çünkümüz var: O da birbirimize dair sorumluluk almamak. Yoksulu doyurmaya birbirinizi teşvik etmiyorsunuz ayeti ortada duruyor. (Fecr/18) Göz göze gelmekten, başını okşamaktan kaçıyoruz. Çünkü biliyoruz karşılaştığımızda etkileneceğiz. Nerdeyse iyi etkilenmekten kaçıyoruz. Etkilenince de önceki ve sonraki halimiz arasında bir fark oluşması gerekecek ve rahatımız bozulacak. O farkı, o tavizi, o emeği vermek istemiyor ve konforu tercih ediyoruz.
Bankalar üzerinden gönderdiğimiz yardım, karşı tarafın ihtiyacını görüyor. Ama göz göre gelemediğimiz, diz dize oturamadığımız, elinden tutup hastanesine götüremediğimiz, iş bulamadığımız, ona bir sinema bileti ısmarlamadığımız üstüne çay muhabbeti edemediğimiz birliktelikler olmayınca infak bizim de hayatımıza dokunmuyor. İyilikteki nasibimizi azaltıyoruz. Çünkü sadece internet bankacılığı hizmetiyle on saniyelik işlemler yaparak iyiliği mekanik boyuta taşıyoruz. Bir anda somutu soyut hale getirip saniyelik işlemlerle basitleşip kendimizden uzaklaştırıyoruz. Oysa ki infaka dair olan ritüellerden biri olan kurban; yakınlık kurmak demektir. Uzakları yakın kılarak verdiğinle ve Allah ile yakınlaşmaktı. Kurbiyet; yakınlaşma duygusu iken telefon tuşları üzerinden yerine getirilecek kadar uzaklaşıyor. Duygu paylaşımların olmadığı ve yaşadıkları hayata dokunamadığımız anlar bizi bir sonraki infaka teşvik etmiyor ve hayatımızı içsel boyutta değiştirmiyor.
Verdiğin şeyin sahibi olmadığını ve verdiğinin sana bir emanet olduğu bilincini fark etmeden veriyoruz. Oysa ki vermek, almaktır. Karnını doyurmada aracısı olduğun insandan merhameti görüp almaktır. Tok karınla nasıl mutlu olunduğu görüp küçük şeylerdeki sevinci görüp kaybettiğin mutluluğu almaktır. Hayalleri olan ama imkanı olmayan öğrenciye zayıf olduğu dersi anlatarak kaybettiğin ihlası almaktır. Karşındakinin dünyasına vermek, ondan ahiretinin nasibini almaktır.
Çünkü sadece internet bankacılığı hizmetiyle on saniyelik işlemler yaparak iyiliği mekanik boyuta taşıyoruz. Bir anda somutu soyut hale getirip saniyelik işlemlerle basitleşip kendimizden uzaklaştırıyoruz.
Görmediğimiz, dokunamadığımız, hayatına temas edemediğimiz bir hayatın yardımını yapmak bize ne kadar katkı sağlayabilir; göz göze gelemediğimiz, derdini halini soramadığımız insanların hayatlarına ne kadar dokunabiliriz ki?
Hangi yakınımızın sadece parasını istiyoruz? En yakınımız olan babamızın, eşimizin daha çok parasına mı ihtiyacımız var yoksa sevgisine ve merhametine mi ihtiyacımız var? Daha doğrusu muhatabımın hayatıma dokunacak merhametinin mi yoksa onun üç kuruşunun mu hayatımda önemi olur? Eğer kendimiz meselenin daha çok manevi tarafındaysak sadece mekanik boyut kazanan ve vermenin sosyal ve hayatımıza anlam katan boyutuna da ihmal etmeyelim.
Elbette görmediğim veya göremediğime havale yaparak parasını gönderdiğim fitrenin/kurbanın Allah katında bir karşılığı vardır. O’nu ancak niyetlerimizi gören Allah bilir. Verdiğimin bana dokunması için, benim de karşıdan almam için göz göze, diz dize bir karşılaşma gerekir. Bu karşılaşmalarla iyilikteki nasibimizi artıralım. Yeryüzünde ulaşamadığımız yerlere güvendiğimiz aracılarla gönderelim, iyiliği yayalım ama karşıdan alacağımız nasibi de kendimize ortamlar yaratarak bulalım. Gerçek infakı hayatına dokunarak, şahit olarak karşılıklı paylaşarak tadını yaşayalım.
İnfakın bir ahlakı var. Gösterişe düşmeden, muhatabının ihtiyacını bilerek, hayatına dokunarak daha gerçekçi ve içten olan tavsiye ediliyor. Bunlar olmadığında bir dahaki sefere zaten elimiz tekrar vermek için gitmiyor. Korkuyoruz vermekten. Vergimizi zekata saymak istiyor, verdiğimizi kırkta bir vermek için kılı kırk yarıyor, maldan değil kârdan vermek istiyoruz.
Rızkı veren Allah’tır. O kimilerinin rızkını azaltır kimilerininkini genişletir (Rûm/37) Kimsenin de rızkını kesmez. Muhtaca nasibini farklı yollarla ulaştırır. Kimilerini de o nasibi ulaştırmada aracı kılar. Ancak aracı olmak isteyen, bedel ödeyen bu zenginlikten payını alır.
Mesele; sen burada aracı olmak istiyor musun? Yoksa Allah için aracılar çoktur, muhakkak açlar doyar, eksiklikler tamamlanır. Maddi ve manevi tüm her şeyimizle ortada mıyız ona karar verelim.
Hayatını ortaya koyarak yetimle, yoksulla karşılaştığımız, paramızın yanında ekmeğimizi de paylaştığımız, hayatımıza dokunan nice infaklarımız olsun.
*Kapak görseli: Cihat Burak- Cami 1966
4 yorum
yazı çok fazla tekrara düşmüş olsa da güzel. elinize sağlık.
Bazen kısayollar daha sağlıklıdır. Mesela, afrikadaki insanların halini gidip görmekle, oturduğun yerden bilmek aynı olmuyor. Gidip gördüğün zaman onların halini iliklerine kadar hissediyorsun. Bizim çöp saydığımız şeyleri almak için insanların birbiriyle yarıştığını görünce o an bitiyorsun... Ve onları o durumdan, o hayattan kurtaramadığın için, arkanda bıraktığın için hayata küsüyorsun, umudunu yitiriyorsun, inancını kaybedecek noktaya bile geliyorsun. İşte bu yüzden bazen kısayollar daha sağlıklıdır, en azından benim için öyle.
Güzel bir yazı, emeğinize sağlık.
Gelişmiş ülkelerde fakirlik bu yöntemlerle çözülmez. Din, ilk uygulandığı ilkel toplumda buna benzer şeyler uygun görmüş olabilir. Günümüzdeki hayat şartları, dinin uygulandığı ilkel toplumdan çok çok farklıdır. Günümüzde fakirlere yapılacak nakit yardım yerine, fakirlere nasıl istihdam sahaları açabiliriz, onları iyi hayata nasıl kavuşturabiliriz, hükümeti bu yönde nasıl zorlarız vs. bunlar konuşulmalıdır. Fakirlikten kurtulmak tamamiyle hükümet politikalarıyla alakalıdır. Avrupa savaştan çıkıp nasıl hızla değiştiyse; Türkiyede hızla değişebilir. Dünyanın herhangi bir ülkesi içinde aynı durum söz konusudur. Yani bu konu tamamiyle siyasi bir konudur. Türkiyede gerçek siyaset yapıldığı zaman çözümler de üretilecektir. Düşünürlerin, yazarların burda eleştirmesi gereken kişiler halkın kendisi değil, halkı yönetenlerdir. Halk kimseye 1 kuruş para vermek zorunda değildir! Çünkü halk bunu vergi olarak zaten ödüyor. Ödenen bu vergilerin yandaşlara değil, dincilik gibi ideolojilere değil, öncelikle fakirleri rehabilite etmeye harcanmalıdır. Bir dinci ve hükümet yandaşı olarak bu düşünceme itiraz edebilirsiniz, sizin gibi olan herkeste itiraz edebilir. Ama gerçekler/doğrular karşısında itirazlarınız zerre umrumda değildir. Ben bir dindarım ama ailesi ve çevresindeki insanlar tarafından beyni yıkanmış bir dinci değilim. 28 şubatta bir tramva da yaşamadım ve sizleri değiştirmeye, tedavi etmeye çalışıyorum. Kaynaklar(vergileri vs.) başta en fakir insanlara olmak üzere, ülkenin eşit şekilde kalkınması için harcanmalıdır. Yoksa; bu tarz klasik dinci yaklaşımları hiç bir sorunumuzu çözmeyecektir. Devleti yönetenlerin halka gelince bulamadıkları kaynaklar, zenginlere proje yapmaya gelince bulunuyorsa; halk olarak işte tam burasını sorguladığımızda herşey değişecektir. Süleyman ve Yusuf bir Elçi ve aynı zamanda akıllı, adil birer devlet yöneticisiydiler. Yani Allah'a kul olmak için, geleneksel düşünen bir dinci olmak gerekmiyor. Din ayrı, dincilik ayrı, dincilerin sömürüsü apayrı birşeydir. Fakirleri düşünen bir kişi, fakirler için devlete muhalefet olmalıdır. Partisi için, ideolojisi için değil, fakirler için hükümete muhalif olmalıdır. Gereksiz harcamaları, israfları, sömürüleri, fahiş zamları, rantları, eşitsizlikleri eleştirmelidir. Fakirler için atılması gereken adımları savunmalı, kamuoyu oluşturmalı, yazılar yazmalı, imza kampanyaları düzenlemelidir. Kısacası bu konuda kamuoyu oluşturarak hükümeti denetlemeli ve yönlendirmelidir. Ben bunları fakirler konusunda samimi olduğunuzu düşünerek yazıyorum. Fakirler değil de, dinci hükümet daha çok umrunuzdaysa, ya da anti kemalizm veya başka ideolojiler umrunuzdaysa; o zaman kanal istanbul tamamlandığında, kanala nazır lüks dairenizde manzara eşiliğinde sıcak şarap* içip, ümmetin sorunlarını konuşmak bütün dincilerin olduğu gibi sizin de hakkınız. Belki ordan fakirler için bir yazı daha yazarsınız. *Şarap o zamana helal olur merak etmeyin. Bir diyanet fetvasına bakar. Zaten ideolojinin uyuşturduğu beyinleri şarap daha fazla uyuşturamaz. 😁