İmgenin kendi hükümranlığından fedakarlık ederek bir harekete dönüştüğü Amentü Gemisi Nasıl Yürüdü isimli animasyon 1969 gibi erken bir tarihte animasyon sanatçısı Tonguç Yaşar ile sanat tarihçisi Sezer Tansuğ’un birlikte gerçekleştirdikleri bir proje. Ölmeden az önce yapılan bir röportajda belirttiği gibi bir üçlemenin ilki, ne yazık ki diğer iki çalışma hakkında kesin bir bilgi yok. Vav henüz örtü deseni değilken, Elif, gibi olunacak bir simgeye dönüşmemişken gerçekleştirilen bu proje günümüzün kavram ve tarihi karmaşasından çok uzakta bir sularda yürütüyor Amentü gemisini. Varlığın söz ve imge ile kurduğu ilişkiyi harekete dönüştürerek Sezer Tansuğ’un uzunca süre üzerine gittiği bize ait olanın tözünü arıyor.
“Bu ne amentü gemisiydi ki yürümezdi,
Vavlar soluya soluya kürek çekti”
Nasıl yürüdü Amentü gemisi? Bizim gemilerimiz yürüten, imgeleri hareket ettiren, varlığımızı söze dönüştürüp sözü varlığa getiren neydi? Tansuğ ile Yaşar’ın birlikte aradıkları cevap, yazı-resimlerin buluştuğu hareket ile yürüyen Amentü Gemisi’dir. Aslında gelenekesel tasvirlerde sıklıkla tekrarlanan ve hala sembolleştirdikleri şey üzerine yeterince düşünmemiş olduğumuz formları harekete kavuşturuyor animasyon. Çünkü dünyanın değerler hiyerarşisinde çok altta kalmış olan tasvir ve imgenin yeni bir harekete ihtiyacı var. Kaligrafinin dönüştüğü figürlerin, oku geren he’lerin ve kürek çeken vav’ların Amentü Gemisi üzerinde neredeyse kendilerini parçalayarak yaptıkları yolculuğun zamanla ilişkisini görmeye ihtiyacımız var.
Nedir Üzerine Bu Kadar Düşünülen İmge?
İmge denilen şey algıladığımız hemen her şeyin bilince yansıyan görüntüsü olarak özetlenebilir. “Bilinçteki görüntüler” kendiliğinden sorunlu bir ifade gibi görünebilir, bilincimizde şeylerden geriye biriktirdiğimiz şeyler birer görüntü müdür yoksa arkasında nesnesin izini bırakmış bir gölge (Yunanlıların eidolon dediği) midir? Benzer bir ilişkiyi ve sorgulamayı söz ve hakikatle ilişkili olarak da kurabiliriz; sonuçta sanatın neyi temsil ettiğini sorguluyor aslında Amentü Gemisi. Ve sanatın nerede olursa olsun asla değişmeyen varlık sorgulamasını kendince yapıyor. Sezer Tansuğ’un sanat tarihi alanında yaptığı çalışmalardan biraz yardım alırsak, söz ve bir türlü ele geçiremediğimiz bu imgenin iki şeyle ilişkisine işaret ettiğini düşünebiliriz. Varlık ve hafıza. Amentü gemisi artık unutmaya yüz tuttuğumuz bir bilme biçiminden, varlık algısından ve varlığın bize koklattığı imgeden bahsediyor.
Söz ve imge Batı düşüncesinde farklı hafızaları işaret ederler. Çünkü zamanla ve zamanın getirdiği hareketle kurdukları ilişki başkadır. İmgeye evirdiğimiz bu dünyanın gerçekliği ve söz ile dile getirdiğimiz evren hakikatle-varlığın kendisiyle nasıl bir ilişki kuruyor? Batı düşüncesinde moderniteye kadar zamandan özgür bir temsil hakimiyeti vardı; bir ideanın, fikrin, zaten ideal olan ve asla değişmeyecek olan varlığın temsili idi sanat. Rönesansla birlikte merkeze aldığı insan gözü ve bunun yarattığı perspektif sonrasında hep imgeyi aramaya dönüşecek, impresyonizmde, dada’da, soyut sanatta Batı bedeni ve zihniyle arda kalan imgeyi bulmaya, yeniden yaratmaya ve hakimiyetini sorgulamaya girişecek.
İslam sanatının imgesi ise artık anlamsal bütünlüğünü yitirmeye başladığımız, eklemlenme mantığını, fiziksel olarak konulduğu yeri, yazıyla iç içe geçmiş ilişkisini görmediğimiz bir varlık biçimi. İslam sanatında temsilin geometrik formlar hakimiyetiyle şehirleri kuşatan binalarda; nesnenin anlatısının sözle, yazıyla birlikte kitapların arasında yer alması “resim ve tasvir yasağı” ile anlatılabilecek bir durum değil. Söz, resim ve anlatı varlığın başka temsilleri olarak üretiliyor orada. Söz hakikatin vekili, resim sözün vekili.
Sezer Tansuğ kültürel hafızamızda mahfuz bu imge üzerine uzun uzun düşünmüş bir yazar. Şenlikname Düzeni mesela, Batı merkezli gözümüzün ve açıklama biçimlerimizin kültürel hafızayı nasıl sakatladığını gösteren sarsıcı bir kitaptır. Üstelik Nakkaş Osman’ın Surnamesi’ndeki tasvirlerin şema düzeninin Bizans sanatıyla bağlantısını göstererek kültür ve coğrafyanın ayrılamaz bütünlüğünü de gözler önüne serer.
İmgeler ve görsel hafıza yoktan yaratılan, sıfırdan üretilen bir düzen değildir yani. Varolan dile yeni bir yol açmaktır, üzerinde Amentü gemisinin yürüyeceği su, bu açılan yeni dilin sancısıdır. Yeni dili açarken sömüreceğimiz bir ceset değildir gelenek, zihnimizin düşünme kodlarına sinmiş, sözümüzün derinliklerinde yaşamaya devam eden bir varlık alanıdır. Bir bakıma istediğimizde dönüp bakacağımız, öyle istiyoruz diye arkamızı dönebileceğimiz bir mezarlık değildir gelenek, içinde yaşadığımız binanın farkına varmadığımız tuğlalarıdır, dile ve varlık algımıza sinmiş kokudur. Amentü Gemisi Nasıl Yürüdü de Şenlikname Düzenindeki geleneksel düzenin bir yansıması olarak görülebilir bu açıdan bakınca, parçaların karşılıklı duruş ve ilişkisinden doğan ritm bir animasyon olarak.
Sezer Tansuğ burada minyatürden değil de yazı-resimlerden hareket ediyor. Geleneğin içine sinmiş olan Vahdet düşüncesi ve tasavvufi varlık anlayışının en dolayımsız imgeleri yazı resimde kavranabilir çünkü. Çifte varoluşu gerçekleştiri harf ve resim, üstelik resimsel figüratif öğeler taşımamalarına rağmen. Bu yüzden Arap harf işaretleri düşünceyi belli bir kalıba sıkıştırmaz, sonsuz ihtimallerin kağıdını hep açık tutar. Söz, bu sayede uçar, gemi yürür ve düşünce akar. Bu akıştan gelen figüratif oluşum çifte varoluşun ifadesine dönüşebilir bu sayede. Amentü Gemisinin Ne ile yürüdüğü burada anlam kazanır artık. Hem iman hem de imge, hareket ve söz anlam kazanır. Amentü gemisi “aşk” ile yürür çünkü sözü varlığa dönüştüren, imanı harekete geçiren aşktır. Hem ibadetin hem yaratılışın kilidi gibi aşk imge ve söz ilişkisini Batıdakinden çok farklı bir noktaya taşır. Yazı-resimde Sezer Tansuğ’un bulduğu diyalektik ancak hareket ettirici güç olarak aşk ile kendi varlığına kavuşabilir.