Bir Film Nasıl Okunur veya Neden Okunur?

Bir Film Nasıl Okunur veya Neden Okunur?


Bir sanat eserini analiz etmek ya da bir film üzerine yazı yazmak herkese lazım olan bir beceri değil. Ancak bir filmi “okumak”, anlamaktan öte kodlarını okuyabilmek hepimize lazım. Kültür endüstrisinin neyi empoze ettiğini anlamak için, olayları evirip çevirme becerisini kavramak için, belki daha iyisini yapmak için… Daha iyisini yapmanın tek yolu elbette filmleri okumak değil ancak filmin bir mesajı iletme tarzından neyi ileteceğini seçmesine sinema Batılı bir dile sahip. İsterseniz bir film çıkışı “arkadaşlarıma bir fil  analizi yapayım da ağızları açık kalsın, namım yürüsün” diye düşünüyor olun, ya da kendi filmini çekmek isteyen potansiyel bir yönetmen veya izlediği her filmde zihninde onlarca kavram uçuşan ama onları nereye koyacağını bilemeyen bir sinefil, bir filmi okumanın onlarca yolundan bazılarını aldığımız bu yazı işinize yarayacak. Bir tabloyu okumakla film üzerine kafa yormak birbirine benzeyen şeyler, görsel olarak verilmiş bir anlam var önümüzde, ondan kelimeler türetmeye çalışıyoruz. Kelimeleri yazıya dökseniz de zihninizde kalsa da görselden kavrama geçişte size bir alet çantası gibi yol gösterecek metodlar var. İşte bu yazı, onlarca film okuma metodundan sadece birisi. 

 

 

Her görsel ürünün kendine has bir okunma tekniği de var elbette çünkü hepsinin gösterilmesinin özel koşulları var. Metni berbat bir tiyatro oyunu çok iyi oyuncularla toparlanabilir mesela- SpiderMan müzikali hariç, Haldun Dormen’le Ayla Algan oynasa bile izlenebilir seviyeye gelmez (çocukluların cansiparane kafa salladığına emimiz).  Bir edebiyat eserinde büyük oranda yazarın kendisini götürdüğü yere, kelimelerin dizimine ve olay örgüsüne maruz kalan okuyucunun zihni daha özgür hareket edebilir, ya da hayal gücü belki. Genellikle edebiyat uyarlamalarının uyandırdığı yakınma hali bundan kaynaklanır, zihnimizde canlandırdığımızla bize sunulan arasındaki uyumsuzluk. Ama bu canlandırma, sahneleme, bir sahne içine yerleştirme sinemanın emekleme günlerinden beri tartışılan bir şey, havalı bir Fransızca adı bile var; mise en scéne. İmajların bir desen gibi ard arda sıralandığı, görüntüyle birlikte görüntüyle iliştirilen anlamın da yeni üretildiği bir düzen bu. Bergson’un hareket imgesi dediği şeye tekabül eden, hareketin özünü anlamaya yönelik çabayla kavrayabildiğimiz bir imge düzeni.  

 

Bir filmi analiz etmek, anlamak kısmına geldiğimizde ekranda bize sunulan her öğenin önemi olduğunu düşünmek gerekiyor. Tiyatro ya da edebiyattan farklı olarak artık izletici görseli üretme sürecinin bir parçası değil. Bir kitap okurken kavramlardan hareket eden hayal gücü bu defa verili olan görselden hareket etmek zorunda ki bir film eğer bu hayal gücünü ve kavramsallaştırılmış imgeyi düşündürüyorsa size okumak için daha çok malzeme sağlıyor demektir. Çünkü bir film objektiftir ve gördüğünüz hemen hiçbir şey rastlantısal değildir. O belirli şeyi görmeniz istenmiştir, başka bir şeyi değil. Bu iyi bir soru sorma noktasıdır, neden özellikle bunu görüyorum? 

 

Mesela, Kevin Hakkında Konuşmalıyız filmi boyunca, ki film de bir roman uyarlamasıdır, kırmızı sıklıkla vurgulanan bir şeydir. Filmin başından sonuna kadar kamera kırmızı nesnelere odaklanır, kırmızı bir top, kırmızı domates suyu, reçel, eve saçılan kırmızı boya… Neden özellikle kırmızı? Film güçlü bir şekilde izleyicinin henüz görmediği ve belki de hiç tanık olamayacağı bir şiddeti ima eder. Çünkü film boyunca (Kevin’ın ağzına bir tane patlatmak isteğinin yanısıra) kadın kahramanın suçluluk duygusuna şahit oluruz ve sırf bu yüzden bu kadın ne yaptı acaba diye düşünürüz. Kırmızının bu kadar yoğun kullanılması kanın da metaforik bir kullanımıdır, ellerinde kan olması bir suç işlediğini düşündürür ister istemez.

 

 

Elbette bir de her filmin kendi olay örgüsü ve tekrarları vardır, eğer filmde tekrar eden eylemler ya da ifadeler varsa muhtemelen beyninize bir fikri işlemeye çalışıyordur. Bu bir bakıma pazarlama stratejisidir, bir yandan da filmi bir imgeyle, kavramla eşleştirme politikasıdır. The Shining’le aklımıza kazınan Redrum gibi. Ya da The Godfather’da sürekli aile kelimesinin geçmesi gibi. Patriarkanın gücüne dayana bir mafya filminde ailenin bu kadar vurgulanması, Micheal Corleone’nin ahlaklı bir vatandaş olmakla Carleone adının onurunu koruma çabası arasındaki çelişki aile vurgusuyla daha anlamlı geliyor. 

 

 

Filmdeki diler öğeleri de değerlendirmek gerekiyor elbette; müzik, ses, kurgu… Bütün bunlar mise en scéne olarak adlandırdığımız sahneleme işinin parçaları. Eğer bir film size belirli bir şey hissettiriyorsa, ya da bazı şeyleri ısrarla anımsatıyorsa, bu kesinlikle kasıtlıdır. Bir film bunu müzikle de yapabilir, tekraren üst üste kullandığı sahnelerle de... Spielberg’in üzerine milyonlarca yazı yazılmış filmi “Dünyalar Savaşı” izleyen herkese 11 Eylül’ü devrilen kuleler imgesi nedeniyle çağrıştırdı. Ve ardından aklımıza büyük Amerika’nın çöküşünün bir tür kıyamet başlangıcına sebep olacağı gelmedi mi? Dünyayla Amerika’yı bir tutmak, dünyayı Amerika’dan ibaret sayabilmek ve üstelik bunu Amerika ile hiçbir bağı olmayan izleyicilerin de zihninde yapabilmek böyle bir şey. Ve bu algısal döngüyü kırmak, izlediğimiz üzerine geliştirdiğimiz bilinçle mümkün, bir bakıma filmi iyi okumayla. 

Bu yazıya ilk yorumu siz yazın.