Kabul etmek toplumsal bilincimizin kolayına gelmese de günümüzde insanların çevreyle olan ilişkilerinin gerçekten can alıcı olduğu bir çağda yaşıyoruz ve dolayısıyla iklim krizi haklı olarak son dönemin en popüler konularından biri olarak karşımıza çıkıyor. Varlığını kabul edenler, gerçekliğine inanmayanlar ve tabii ki “bu da geçer ya hu”cular olarak toplumun hemen hemen her kesiminin bir fikir sahibi olduğu, pek azının ise bilgi sahibi olduğu bir konu olan iklim krizi, esasında 1970’lerden beri bilimsel olarak inceleniyor. Google trend verilerin gösterdiğine göre 2006 yılından itibaren konu üzerine yapılan internet araştırmaları her yıl katlanarak artmaya başladı ve 2020 yılı konuyla alakalı en çok araştırma yapılan yıl olarak tarihe geçti.
Yine araştırmaların gösterdiğine göre, bu yüzyılın ortasından itibaren iklim krizi her yıl dünya çapında en az Covid-19 kadar büyük bir kriz yaratmaya başlayacak. Bu, hiçbirimizin karşısında duramayacağı bir yıkım demek. İklim krizi kimsenin kendini izole ederek kurtulabileceği ve ellerini yıkayınca riskini azaltabileceği bir durum değil, aksine, toplumların bireyselleştikçe daha derine gömüldükleri bir bataklık olarak ortaya çıkıyor. Son bir yılda küresel salgından korunmak adına evlere kapanmamız, kendimize yeni ve daha korunaklı bir dünya kurmamız bizlerde sorunlardan kendi eylemlerimizle uzak durabileceğimiz illüzyonunu yaratsa da, hesaba katmadığımız bir gelecek bizleri bekliyor.
İnsanların bu duruma rağmen harekete geçmemesinin iki ana sebebi var. Kişisel önyargılarımız ve toplumsal önyargılar. En öne çıkan kişisel önyargıların arasında, görmek istediğimiz şeyleri görmek ve istemediğimiz bilgileri filtrelemek var. Örneğin, Hindistan’da mevsim normallerinin oldukça üzerinde yağan Muson yağmurlarının üç köyü tamamen ortadan kaldırdığı bilgisini aklımızda tutmak yerine, İstanbul’a şubat ayında yağan yoğun kar dolayısı ile iklim krizinin gerçek olmadığını yahut kişisel boyutta etkilerinin olmayacağını düşünmek bu önyargıya örnek. Buna ek olarak onay önyargısı ya da doğrulama önyargısı olarak da bilinen, mevcut inançlarını doğrulayan bilgileri daha sık dinleme eğilimine sahip olma durumu da benzer bir yok sayma türü. Sanırım bir şeyler tanıdık gelmeye başladı. Esasına baktığımızda, bireysel olarak yapmakta olduğumuz çoğu davranış toplumsal bir harekete dönüşmediği sürece işlerin daha kötü bir hal almasına sadece seyirci kalabiliriz.
Ama bir saniye. “Gerçekten birey olarak atabileceğimiz bir adım yok mu?” diyenleri duyar gibiyim.
Kişisel olarak attığımız küçük adımlara yeni bir soluk katacak ve sebep olduğumuz tahribatı geriye döndürmemize yarayacak önemli bir dönüm noktası var: evler, evlerimiz.
Binalarımızın iklime olan etkisiyle ilgili özel bir aciliyet var. Zaten halihazırda ağaç kovuklarında yaşayıp, kendimizi doğanın merhametine bırakmadığımız ortada. Her inşa edilen ev, doğayla insanın bin yıllardır süre gelen mücadelesinin vazgeçilmez bir yapı taşı. Çoğu zaman insanların kazandığı bu amansız çatışmada -sanırım bu noktada bu duruma daha çok tek taraflı mücadele diyenler de çıkacaktır- artık biraz ileri gidildiğinin en somut göstergelerinden biri iklim krizi. Bu yazıyı yazıldığım sırada bilim topluluğunun % 97'si, insan kaynaklı sera gazı emisyonlarının, bu yüzyılın ilk birkaç on yılında dramatik düşüşler gerçekleştirilmezse, geri dönüşü olmayan iklim bozulmasına yol açacağı konusunda fikir birliğine vardı. Nedir bu sera gazı emisyonları? Ozon tabakasının tahribatındaki en önemli faktörün kaynağı, küresel ısınmanın ve sonucunda iklim krizinin de oluşmasına sebebiyet veriyor. Yavaş yavaş taşlar yerine oturuyor. Görüyorum.
Bir binanın yapımında, güçlendirilmesinde, ısıtılmasında ve yapı malzemelerinin imalatında, paketlenmesinde ve taşınmasında açığa çok ciddi miktarda karbon çıkıyor. Her yıl küresel karbon salınımlarının yarısından fazlası ise inşaat sektörü tarafından oluşturuluyor. Dolayısı ile her gün bire bin eklenerek artan şantiyelerin oluşturdukları sıkıntılar sadece yeşil alanların yok olmasından daha büyük bir sorun. Sorunların çözümü ise yine buradan başlıyor.
Şu noktada aklınızdan tamam güzel ama bu konuda ben hiç bir şey yapamam diye geçmesi oldukça makul bir ihtimal. Açık bir şekilde görünmese de bu döngüyü bozmamız için birkaç yol var. İlk olarak bakmamız gereken bina yıkma kültürümüz. 21. yüzyılda bir binanın ortalama kullanım ömrü 60 yıl olarak kabul görüyor fakat İstanbul’a baktığımızda bırakın 60 yılı, 30 yıllık bir binada yaşamak demek hayati risk anlamına geliyor. Bu ne zamandan beri böyle? Yaşam süresini doldurmadan yıkılan ve yerine yenisi yapılan her bina, gezegende geri dönülmesi çok zor bir tahribata yol açıyor. Her gün önümüze sürülen ultra lüks toplu konut projeleri reklamları, sokağın köşesinde aylardır inşaatı bitmeyen apartman ve aklınıza gelen bütün o şantiye resimlerinin çıkardığı ortak bir sonuç var, biz içinde yaşanması için değil, yıkılıp tekrar yapılması için bina inşaa ediyoruz. Buna bir son vermek için yeni binaların inşasına değil, eski binaların güçlendirilip kullanılmasına ihtiyacımız var.
Buna ek olarak, yaşadığımız şehirlerin ortak noktası olan betondan olma saçma bir zihniyetten doğma birbirinin kopyası yapıları ve içindeki anahtar teslim dekoru düşündüğümde aklımda oluşan silik, karaktersiz imgeyi tanımlamak için tek bir kelime kullanılabileceğini sanmıyorum fakat konuyu ben daha başlamadan size anlattığı için görsel hafızanıza teşekkür etmenizi rica ediyorum. Sürdürülebilir binalar ve mekanlar, inşaat sürecinin tüm yaşam döngüsünü etkiliyor. Malzemelerin yapımı ve taşınması için gereken enerji miktarı, malzeme seçimi ve yapım sürecinin kendisi kadar kritik. Malzemelerin, çeşitli taşıma seçeneklerinde olduğu gibi, üretim için ihtiyaç duydukları enerji miktarına göre ne kadar sürdürülebilir olduğuna karar verebiliriz. Örneğin, deniz ve demiryolu taşımacılığı en az enerji yoğunluğunu oluştururken, uçaklar en çok enerji tüketen ulaşım yöntemi. Banyoların vazgeçilmez yapı taşı olan mermer malzemesini İstanbul şehri özelinde inceleyelim. İstanbul için Marmara Adası’ndan çıkan marmara mermerini kullanmak -ulaşım süreci en kısa olan seçenek bu- herhangi bir ithal mermer kullanmaktan çok daha iyi bir seçenek. Daha sürdürülebilir evler için atılabilecek sizin için küçük ama dünya için büyük en çevre dostu adım, yerel kaynaklı malzemeler kullanmak oluyor.
Bence herkesin bu konuda atabileceği bir adım var. Büyüklüğünü kendin belirle, ufak yahut devasa. Fakat her gün illa ki ilerle. Elbet bir gün varış noktasına ulaşacağız.
Sahi, gelmek istediğimiz noktaya düşündüğümüz kadar uzak mıyız?
3 yorum
Çok tşkr ederim, , hayatımızda ki döngüler insan bilinçlenmesi ve üzerine düşeni yapması ile daha yaşanır bir hayatı getirecek , , tabiat sadece insanoğlunun değil sorumluluğumuzla birlikte tüm Canlıların hakkını savunacağız israf etmemek için elele vermeliyiz...
Davranışsal ekonomiyi kendi yaygın alanının dışında kullanılması çok hoşuma gitti. Benim lisans konum da siz nereden öğrendiniz valla tebrikler. Bunun yanında tabii sayenizde hazır ekonomist şapkamı takmışken kitlesel seçim (public choice) alanındaki bedava binenler (free-riders) problemi aklıma geldi. Teoriye göre rasyonel kişiler, kendi davranışlarının toplama etkisi çok minimal olduğu zamanlarda bedava binmeyi, kendileri harekete geçmemeyi tercih etmeli. Allahtan insanlar rasyonel canlılar değiller. Dolayısıyla belki sizin de dediğiniz gibi küresel ısınmayla mücadeleye kendileri de katılabilirler, evlerinden başlayıp. :)
Farkettiren analitik ve sade... Tebrikler. Mimarlara düşen çok iş varmış!