Nomadland, Evim Kimsin?

Nomadland, Evim Kimsin?


 

Ev nedir diye düşündünüz mü hiç? Bir sığınak mıdır yoksa kaçtığın yer midir? Bir mutluluk mekanı mıdır? Çevresinin duvarlarla çevrili olması mıdır bizi içinde güvenli kılan? Kendine ait bir çatısının olması ya da odalara bölünmüş olması yeterli midir huzur bulmak için? Yaşanan dünyaya dair hissedilen iç sıkıntısının, kabına sığamadığın, bir türlü gidilemediği, terk edilemediği için sürekli ve derin bir isyanın dönüp geldiği yer de ev değil midir? 

 

Chloe Zhao’nun The Rider filminde erkeklik, güç ve ait olma kavramlarını alışılmışın dışında kodlarla anlatması beni çok etkilemişti. Nomadland ise film kıtlığı çektiğimiz 2020 yılının ekmeğini yiyor gibi. Zira benzersiz bir hikayesi olduğu için değil, pek çok duyguyu Frances McDormand’ın olağanüstü performansıyla güçlü bir şekilde ortaya koyabildiği için etkileyici. 

 

Aslında bu soruları ben değil, Chloe Zhao, Oscar’a göz kırpan son filmi Nomadland’deki Fern (Frances McDormand) karakteri üzerinden hepimize yönlendiriyor. Biraz kafa yormak, cevaplamak ya da ben bunları pas geçiyorum demek serbest. Fakat belli ki Fern tüm bunlara yanıt aramış ve ilk önce evi fiziksel ya da nesnel bir yapı olmaktan çıkarmaya karar vermiş.

 

Karavanını bir yuva haline dönüştüren Fern, tüm bu sorulara yanıt aramak için modern bir göçebe olmayı tercih etmiş. Ekonomik çöküş sonrası işini ve eşini kaybetmiş, kalan her şeyi de geride bırakarak başka bir yola koyulmuş, oldukça güçlü aynı zamanda da hüzünlü bir karakter. Bağımsız kadın olmayı göklere çıkarmadan, bazen mecburiyetlerimizin bazen de tercihlerimizin hayat yolculuğumuzun seyrini belirlediğini ortaya koyan bir kadın. Kendini cezalandırmak için yola çıkmadığı aşikar ama içinde ne varsa onları da gittiği yere taşıdığı bir gerçek.

 

Yolculuğu sırasında konakladığı bir yerde elindeki alyansı bir göçebenin dikkatini çekiyor. Eşini kaybettiğini söylüyor. Bunun üzerine adam: “Yüzüğünü hala taktığına göre O’nu hala seviyorsun ve onu taşıdığın sürece aşkı seninle birlikte olacaktır” diyor. Yüzük üzerinden bir bağlılık ya da aidiyet okuması yapılması tartışılır ama Fern, hüzünlü bir tebessümle bunu onaylıyor. Belki de aidiyetin kişinin yokluğundan bağımsız olduğunu bir manada ortaya koyuyor. O, yitip gidenlerin ardından güçlü kalmaya odaklanmış. Ne de olsa muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kanda mevcut değil mi? Kendi ayakları üzerinde güçlü kalmaya çalışması ve kimseye minnet etmemesi onu acınası bakışlara maruz bırakıyor. Bunu en net karavanda yaşamayı tercih edişine yakın çevresindeki insanların aşağılamasına karşılık verdiği cevapta buluyorsunuz: “Evsiz değilim. Sadece bir ‘evim’ yok”.

 

 

 

Bütün zorluklara rağmen kız kardeşiyle yaşama teklifini reddetmesi, içinde bir yerlerde hâlâ bir şeylerden “kopuk” oluşunun onu göçebe bir yaşantıya itmesi yer yer dokunaklı olsa da sonuçta bu hayatı kendisi seçti diye kendinizi teselli ediyorsunuz. Bir derdi var anlıyorsunuz. Belki daha kolay bir mücadele yolu varken, kız kardeşiyle yaşama ve kendini düzeltebilme ihtimali; O kendisine göre daha zor ama doğru olan yolu seçiyor. Bunu romantize ya da idealize ederek de yapmıyor. Film zoru seçmiş olmasının sonuçlarını tüm gerçekliğiyle gözler önüne seriyor. Kısa süreli işlerde çalışıyor, yeri geliyor soğuk bir kamyonette uyuyor, günlerce yıkanamadığı için kokuyor, yolda karşılaştığı göçebelerle bir ateşin etrafında sohbet ediyor, bir kahveye ya da bir parça sandviçe ortak oluyor, lastiği patlıyor, karavanı bozuluyor ve yenisini almak yerine onu yaptırmak için türlü zorluklara göğüs geriyor. Tam anlamıyla “evine”, yaşamına ve tercihlerine sahip çıkıyor. Ne yerleşik kalmayı yeriyor ne de göçebe olmayı övüyor. Sanki içinde olduğumuz yüzyıla ışık tutar gibi yaşadığımız coğrafyanın tesadüfi olduğuna ve insanların bir yere ait oldukları inancını yitirdiği gerçekliğine bir kez daha inanıyoruz.

 

Yerinden edilmiş insanın, çoğalan mülteci varlığının, kitlesel göçlerin varlığıyla birlikte evin de sırtta taşınan birkaç eşya ile hareket ettiğine ve yaşadığına şahitlik ediyoruz. Sonuçta herkes içinde yaşadığı, rüyalarını süsleyen ya da hayalini kurduğu evden payına düşeni alamıyor. Bazılarına ise sadece kabus görmek kalıyor. John Berger’in Ve Yüzlerimiz, Kalbim Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü kitabında dediği gibi “Merkezi yeniden yaratmanın tek yolu dünyanın her yerini merkez yapmaktan geçer. Modern evsizlik yalnızca tüm dünyayı içine alan bir dayanışmayla aşılabilir.” Bu yüzden evin ne olduğunun değil yolda, içinizde, yuvanızda, “evinizde” size kimin ya da nelerin eşlik ettiğinin daha kıymeti var sanki. Ne dersiniz?





 

 

1 yorum

Yorum Yaz