Nostalji, Çocukluk, Miyazaki ve Evleri

Nostalji, Çocukluk, Miyazaki ve Evleri


Havalar soğur gibi oldu(!), hastalık kapımızda değil artık evimizde ve mevsim kış. Artık mecburen evlerimizde daha fazla vakit geçiriyoruz, dış dünyayı evimize taşıdık. Ama zaman zaman dalıp gitmeler de hala bu işin olmazsa olmazı. Ev, seyretmek ve dalıp gitmeler –hayaller ya da hatıralar- kelimeleri yan yana gelince akla düşen ilk şey ise elbette film izlemek. Her ne kadar CGI teknolojileri ve çeşit çeşit efektlerle, artık biz insanoğlu için bir hikayeyi anlatmanın sınırları oldukça genişlese de, bu sınırların olmadığı animasyonlar benim favorim olmaya devam ediyor. “Hayal, hatıra, ev, animasyon” demişken uğrayabileceğimiz bir durak da tabi ki Hayao Miyazaki.

 

Miyazaki, birbirinden farklı hikayeler üzerinden, izleyen hemen herkesin fark edeceği bazı temaları tekrar eder durur filmlerinde. Tabiat, teknoloji, çevre sorunları, gençlik, geçmişe özlem, sevgi, sorumluluk, kefaret bu temalardan ilk akla gelenler. Kusurlu kahramanlar, iyi mi yoksa kötü mü olduğu belirsiz karakterler, fantastik ve görkemli manzaralar, irili ufaklı uçan makineler, güçlü ve inatçı kadın karakterler ustanın hemen hemen her filminde boy gösterir.

 

 

Bunlara ilaveten, ev/yuva fikri, taşıdığı “sükunet ve sabitlik” anlamlarının aksine film başlıklarından taşınmayla başlayan hikayelere kadar tüm somutluğuyla odakta yer alır. Fiziksel olarak devamlı değişen ama tam da merkezde yer alan bir fikir… Miyazaki'nin evleri, hayal ve gerçeklik sınırları arasında geçiş yapar. Bu geçişler Miyazaki'nin mantıksal olana karşı duygusal olana odaklanmasını yansıtır. Evler daima eski ile ilgilidir; evin ne olduğundan çok ne hissettirdiğiyle ilgili.

 

Evler daima eski ile ilgilidir; evin ne olduğundan çok ne hissettirdiğiyle ilgili.

 

“Hatıralar günbegün daha derine batar”

 

Ustanın ilk uzun metrajlı animasyonu olan Cagliostro Kalesi (1979), bir soygunla açılır, heyecan verici bir kovalamaca sahnesine dönüşür ve antik kentin keşfedilmesiyle sona erer. Cagliostro Kalesi’nin temposu ve hareketliliği Miyazaki'nin sonraki filmlerinden farklı olsa da film, yönetmenin gelecekte kullanacağı teknik ve motiflerin ipuçlarını taşır.

 

Filmin kahramanı Lupin'in usta bir hırsız olmasına rağmen, Prenses Clarisse’in Cagliostro’nun sırrına sahip ata yadigarı yüzüklerini çalması, hem günü hem de anlatımı kurtarmasını sağlar. İzleyici, hem hırsız hem de hayat kurtarıcı olan bir karakterin, kötü mü yoksa iyi mi olduğu konusunda çelişkiye düşer, aradaki ayrım belirsizleşir. Basit ikili karşıtlıklar, yani iyi ve kötünün kolayca ayrımı ve tarafların belli olması, karakterleri söz konusu olduğunda Miyazaki'nin kullandığı teknikler değildir. 

 

Cagliostro Kalesi’nin bir önemi de Miyazaki'nin “ev” leri için ilk ipuçlarını taşıması. Yanındaki hırsız arkadaşı Daisuke Jigen ile birlikte Lupin'in izleyiciye sunuluşu, bu karakterin bir evi ya da yuvası olabileceği hissi vermez. Nitekim hırsızlar devamlı hareket halindedir. Takip edenler için şaşırtıcı olmayacağı üzere, Sophie Hatter (Yürüyen Şato) ve Cihiro Ogino (Ruhların Kaçışı) gibi karakterlerle benzer olarak ev fikri kaçak prenses Clarisse ile başlar. Kalenin ve Cagliostro’nun sırrını taşıyan iki yüzüğün işlevi, Miyazaki sinemasında evin neye benzediğinin bir göstergesi olarak görülebilir. Kale, aynı Sophie’nin başta Howl’un şatosunu reddettiği gibi, istenmeyen bir yer olarak görülür. Fakat yeni olanın ve hatta kadim/antik olanın ifşasıyla birlikte, görünenin ardındaki düşsel dünya olağanüstü manzaralar eşliğinde Miyazaki’nin karakterleriyle konuşur ve karakterler gerçek evlerini sıklıkla buralarda bulurlar.

 

Cagliostro'nun antik kentinin ortaya çıkışı aynı zamanda Miyazaki'nin “çocukların ruhlarının önceki nesillerin tarihsel belleği olduğu” yönündeki inanışını da bize açıklar. Miyazaki, yaşla birlikte bu geçici anıların kaybolmasının nasıl gerçekleştiğini anlatarak şöyle der:

"Çocuklar büyüdükçe ve her günün dünyasını tecrübe ettikçe, hatıralar günbegün daha derine batar. İşte o derinliğe ulaşabilen bir film yapmak isterim. Şayet bunu yapabilirsem o zaman mutlu bir şekilde ölebilirim."

 

Çocukluk evi

 

1988 yapımı Komşum Totoro, karakterleri ve değişen evleri üzerinden yönetmenin bu inanışını bize açıkça gösterir. 1984'te Rüzgar Vadisi'nden Nausicaä, daha geniş bir açıdan insanlığın, evini yani tabiatı yok edişini anlatırken, Totoro, odak noktasını çok daha spesifik bir şekilde çocukluğun geçirildiği eve taşır. 

 

Film, bir taşınmayla başlar. Satsuki, Mei ve babası, tedavi gören annelerine daha yakın olmak için yeni bir eve taşınırlar. İki kız kardeş daha sonra bu evde yaşayan "is-topları"yla karşılaşırlar ve evi koruyan ormanı keşfederler. Köylülerden biri onlara “is-topları”nı (aydınlıktan karanlığa hareket eden küçük yaratıklar) sadece çocukların görebileceğini söyler. Çocukluk evi, Totoro ve onun üzerinden keşfedilen sihirli dünya ile yaşar. İs-topları bu evin geçici olduğunu; yetişkinlerin Totoro ve Kedibüs’ü görememesi ise, kız kardeşlerin içsel duygularını dışarda, ait oldukları bir yer yaratmak için nasıl kullandıklarını vurgular.

 

İnsanlık nasıl kendi evini yok etti?

 

Bu aidiyet Miyazaki'nin evleri için önemli bir temadır, zira karakterler genellikle bilerek ya da bilmeyerek onu ararlar. 1986 yapımı Gökteki Kale’de Sheeta gökyüzünde bulunan efsanevi bir kaleyi ararken, elinde inancı ve bir tılsımdan başka bir şey yoktur. Küçük Denizkızı Ponyo (2008) da başkarakter, kendi evi olmayan bir dünyayı deneyimlemek ister. Kiki’nin Dağıtım Servisi (1989) ve Ruhların Kaçışında (2001) iki karakterin de evde kalıcı olarak yaşanılamayacağı fikrinin kabulü ile yüzleştiklerini görürüz; ikisi de yeni bir dünyaya giderler ancak zamanla bu yeni dünya, onların evi olmuştur. Öte yandan Prenses Mononoke (1997) ve Porco Rosso (1992), Miyazaki'nin tüm filmlerindekinden daha büyük bir ölçekte bir tema üzerinden gider; tabiata karşı uygarlık; insanlık nasıl kendi evini yok etti?

 

Miyazaki, ev fikrini yalnızca karakterlerin dış dünyaları arasında hareket ettirmekle kalmayıp hem küçük çocuklara hem de yetişkinlere hitap eden daha karışık fikirlerle bağlayarak çok daha karmaşık bir meseleye dönüştürür. Howl'un Yürüyen Şatosu'nda (2004) ev fikri, fiziksel değişimlere paralel olarak karmaşık bir fikir haline gelir. Calcifer, Howl'un iç dünyasının gerçekliğe bir yansıması olarak evin asıl kalbini temsil eder. Sophie'nin onu yaşlı bir kadın haline getiren laneti, iç yaşamını orijinal eviyle uyuşmaz hale getirir. Bunun yerine, yeni bir tane bulması gerekir. Howl'un, kapıları yeni yerlere, yollara ve kişilere açılan şatosu durmaksızın yol alırken, sakinleri huysuz şöminelerden şefkatli koruyuculara, kötü cadılardan düşkün yaşlılara dönüşür.

 

Değişen bu evler ve insanlar, izleyicilere evlerin fiziksel olarak değişiminin sıradan olduğunu anlatır. Bu değişim, filmlerindeki düşsel dünyadan gerçek evlere uçuş sahnelerinde de devamlı vurgulanır. Uçuş sahneleri; Nausicaä'nın kaykayında, Howl'ın (ve kalesinin) uçma yeteneğinde ve Porco Rosso'nun uçaklarında bulunur; ancak Rüzgar Yükseliyor (2013) da tam olarak gerçekleştirilir.

 

Miyazaki, Rüzgar Yükseliyor’da, uçak mühendisi olan Jiro Horikoshi’nin hayal dünyasını -onun savaşın acımasızlığına karşı uçakların güzelliği arasında yaşadığı çatışmadan esinlenerek- direkt olarak açar. Miyazaki, karakteri hayalleri üzerinden izleyiciye tanıtarak, Jiro’nun çoğunlukla içinde yaşadığı evin nasıl bir dünya olduğunu gösterir. Bu, savaşların var olmadığı bir dünyadır ve bu nedenle Jiro'nun çatışması unutulabilir. Ancak film devam ederken, kahramanın kendi evinin gerçekliğini, uçaklarda gördüğü güzelliği bırakmadan kabul etmesi gerektiği açığa çıkar. Miyazaki'nin dediği gibi: "Günlük yaşamın gerçekliğine çok yakın durmamalı, kalbin, zihnin ve hayal gücünün gerçekliğine yer vermeliyiz."

 

Rüyalar ve gerçek arasındaki sınır, Jiro ve dünyasını bir kez daha sınırlar. Bu sınır, Miyazaki karakterlerinin çoğunun yüzleşmek zorunda olduğu bir sorunu da temsil ediyor: başka bir ev kazanmak için bir evden ayrılma zorunluluğu.

 

Burada rüyalar ve gerçek arasındaki sınır, Jiro ve dünyasını bir kez daha sınırlar. Bu sınır, Miyazaki karakterlerinin çoğunun yüzleşmek zorunda olduğu bir sorunu da temsil ediyor: başka bir ev kazanmak için bir evden ayrılma zorunluluğu.

 

“Yukarıdan baktığınızda çoğu şey kendini açar”

Rüzgar Yükseliyor’un uçuşu ve Howl’un Yürüyen Kalesi’nde evlerin hareket ediyor oluşu Miyazaki'nin çalışmalarının her birinde anahtar motifler olarak gözümüze çarpıyor. "Yukarıdan baktığınızda," diyor Miyazaki, "çoğu şey kendini size açar."

 

Nostalji bazen ağır basar

Yönetmen izleyicilerine evlerin önemini de öğretiyor. Miyazaki gençlere, Ruhların Kaçışı’ndan Chihiro gibi karakterler aracılığıyla, nostalji ağır bastığında üzülmemelerini, evlerin fiziksel olarak değişmesinin normal olduğunu söylerken; yetişkin izleyicilerine, filmleri aracılığıyla geçmişteki evlerine nostaljik bir dönüş yapabilme fırsatı sunuyor.

 

Çocukluk içimizdeki bir evdir

Howl’un Yürüyen Şatosunda, Sophie'nin yüzüğü Howl'un çocukluğuna vardığında kırılıyor, çünkü o sırada bir eve ulaşıyor. Bu kırılma, çocukluğun içimizdeki bir ev olduğu ve taşınılması gerektiği hissini anımsatıyor. Miyazaki'nin filmlerinde her bir karakterin bir yolculuğu hikâye etmesi tesadüf değil ve bu yolculuk çoğu kez bilinmeksizin yeni bir ev arayışıyla başlıyor.

 

Miyazaki'nin karakterlerinin evleri olarak hayalleri kullanması, geçmiş, şimdiki ve gelecek arasındaki sınırı ise bulanıklaştırıyor; yönetmen bu üç zamanı kendi hayal dünyasına sık sık uyguluyor.

 

Nostalji, Miyazaki’nin dediği gibi "tanımlaması zor" bir duygu. Çünkü hem yaşlılar hem de gençler arasında paylaşılan, insanlığın ortak bir hissi. Bu nedenle Miyazaki'nin evleri farklı dünyalarda, farklı insanlarla ve farklı fiziksel özelliklerle var olduğu için çok karmaşık da diyebiliriz. Sonuç olarak, Miyazaki'nin filmlerinde tek başına yaşayan hemen hiç kimse yoktur, bunun yerine çocuklukla huzur içinde paylaşılan bir ev bulunur.  

Nostalji, Çocukluk, Miyazaki ve Evleri

1 yorum

  • profil

Yorum Yaz