Sarsılmaz Nefretleri Yok Edelim Veya Bize Oradan Bir Baht Dönüşü

Sarsılmaz Nefretleri Yok Edelim Veya Bize Oradan Bir Baht Dönüşü


I Hate Suzie, I May Destroy You ve Unbreakable Kimmy Schmidt…

 

Dizilerin adından çarpıp bölüp oluşturduğum, başlığa iliştirdiğim gibi önce sarsılmaz nefretleri yok edelim beraber. Bu üç başarılı dizi de kadın yazarların elinden çıkmasının yanında perde arkasında ortak yollarda yürüyor. Öncelikle spoiler vermemeye niyet etmeyi bir borç bilsem de, etten kemikten insanlarız, ağzımızdan kaçarsa da artık tanrı kraliçeyi korusun. (Gudubet Elizabeth’i değil, kendi kraliçelerimizi.) Bir daha Avrupa Yakası’nı izlemek nasip olmasın ki spoiler yok, ben size daha nasıl büyük söz vereyim? Üç dizimizin de yeme de yanında yat tadında izlenceler olduğunu söylemeliyim. Hele de senaryo ve yazar başarısı bakımından değerlendirirsek, oh be kadınların eline sağlık demeden edemiyorum. Türlerini bir kenara bırakarak anlattıkları kadın hikâyelerine odaklanmak istiyorum. Bana şöyle, kemiksiz bir 4 dakika verin. Kadının adını sürekli bağırarak yine yeniden var edelim.

 

 

Çılgın bir kalabalık üstüme gelip de evimin kapısına dayanmadan söyleyeyim: Phoebe Waller’ımızın dillere destan yapımlarının bağımlısıyız tabii ki, hele de Flebag’imiz yok mu? Fakat bahsedeceğim üç dizinin içerik bağlamındaki ortaklıkları üzerine durmak niyetiyle yola çıktım. İlk dizimiz I Hate Suzie’de aynı zamanda dizinin yazarı da olan Billie Piper başrolde kendinden nefret etmekle meşgul gibi geliyor önceleri. Ünlü bir şarkıcı olan Suzie Pickles’ın hayatı bir rutin içinde ilerliyor gibi görünürken sarsıcı bir vaka neticesinde kariyeri ve özel hayatı tepetaklak oluyor. Sebebi ise, telefonunun hacklenmesiyle özel fotoğraflarının kamuya açılması. Fotoğraflarda yalnız olmayan Suzie’nin birlikte olduğu kişinin kim olduğunu ise bir süre bilemiyoruz. (Dipteki deniz kestaneleri yüzünden suya girmekte zorlananlar gibi, spoilerın kıyısında debeleniyorum.) Buna benzer bir olayı, yakın zamanda yerli kadın oyuncularımızdan biri de yaşadı. Bazı insanların özel hayatlarının merak uyandırmasının sebebini ünlü olmalarının sınırları içinde değerlendirmek mümkün fakat bu teknolojik saldırıların parmağı neden hep bir kadına dönüyor bunu düşünmemiz lazım. Daha da ötesinde, böylesi saldırılardan sonra iş ve özel hayatı tahribata uğrayan da salt kadınlar olabiliyor.

Bir sırra biri daha ortaksa ve senin kadar suçunun cezasını çekmiyorsa ne olacak? İşte burada bir baht dönüşü sipariş ediyorum.

Suzie de tam olarak bu soruyu soruyor. Sakladığın bir sırrı herkes öğrense ne yaparsın karmaşası üzerinde durduğunu düşünsek de sonrasında bunu açmak gerektiğini fark ediyoruz. Bu sırra biri daha ortaksa ve senin kadar suçunun cezasını çekmiyorsa ne olacak? İşte burada bir baht dönüşü sipariş ediyorum. Baht dönüşünü yaşayan bir karakter, çoğu zaman aynı hayatına devam etse de asla eskisi gibi hissetmez. Katarsisini yaşamış, şöyle bir arınmış ve dünyayı farklı bir gözle görür hale gelmiştir artık. Baht dönüşünü istediğim, bütün bir toplumlar, kültürler hatta daha neler neler… Patriyarka, bu baht dönüşü sana gelsin!

 

Dizinin her bölümü, kasıtlı olarak bir duyguyla eşleştirilmiş. Açılışı “şok” ile yaparız. Ardından “inkâr” ortaya çıkar ve evinden uzaklaşır. Bu esnada sarar korkular, gelecek yıllar. “Utanç” adlı bölüm için dizinin ortak yazarı Lucy Prebble’ın, yaşadığı bir taciz deneyimi odağa alınır. Prebble, trende yanında oturan adamın mastürbasyon yaptığını fark eder ve neticede yetkililere bildirmez. Şu soruyu sorar kendine: hiçbir suçu bildirmediğiniz için utandığınız oldu mu? Çünkü muhtemelen bu adam bu tacizi sürdürmeye devam edecektir. Devamında Suzie’yle beraber biz de öfke ve suçluluk duyguları arasında gider geliriz. Suzie’nin ilişki içerisinde olduğu adama da içimizden saydırmadan edemeyiz. Suzie ile aynı vakanın mağdurları haline gelseler de, dizinin bölümlerinde de isimlendirildiği üzere, duygularıyla savaşan ve kariyeri çökmeye yüz tutan kişi sadece birisi olur. Adaletin bu mu dünya diyorum. Ataerkil adalete yuh yuh çekerek devam ediyorum.

 

 

 

Michaela Coel, hem yazar hem de başrol oyuncusu olarak “I May Destroy You” diyerek sesleniyor bize. Arabella adlı, sosyal medya sayesinde ünlenmiş bir yazarı odağına alan yapımda, aslında yok olma tehdidi altında olan yine kadın. Yaşadıkları ona “seni yok edebilirim” diyor. Fakat bunu başarıyor mu diye soracak olursanız, ki soralım, muhakkak diziyi izlemelisiniz. Arabella, yeni kitabını yazarken yaşadığı tıkanıklıktan biraz uzaklaşmak için arkadaşlarıyla bir eğlence mekânına gidiyor. Uyandığında geceye dair detayları neredeyse unutmuş vaziyette buluyor kendini. Günlük rutinine devam ederken adım adım, gece barda yaşananları hatırlamaya başlıyor. Neticede biz bir tecavüz failinin görüntüsünü, Arabella’nın bakış açısından görerek yaşananların perde arkasını fark etmeye başlıyoruz. Coel, dizide kendine ait anıları kullandığından da bahsediyor. Lisedeyken okul bahçesinde dövülen bir kız çocuğuna kimsenin herhangi bir tepki vermediğine şahit olduğunu aktarıyor. Dizinin en heybetli özelliği de burada doğuyor demek yanlış olmaz. Arabella sürekli tepki veriyor, hatta öyle ki bir anda öyle gür bir ses ile ortaya çıkıyor ki, izlerken şöyle bir ellerimizi sıkmamak mümkün olmuyor.

 

Didem Madak, “bağırmak denen bir adam saltanatını kurmuş burada” diye nahif bir çığlıkla tarif eder ataerkil düzeni. Arabella ise, gerekirse ben daha yüksek sesle bağırırım duygusunu hissettirerek kardeşlik inancımızı da tazeliyor. İhtiyacı olan katarsisi, ansızın denize doğru yürüyerek gerçekleştiriyor ve yok oluşu tamamlayarak küllerinden doğuyor adeta. Dizinin nabzı her bölüm yükselirken yeni bir soruyla yüzleşmek zorunda kalıyoruz. Coel, cinsel rıza kavramına geniş çapta yer verirken dozunda bir öğreticilikle bilinmesi gerekenleri aktarıyor. Aslında bu şekilde nitelendirilmeyen eylemlerin de günün sonunda cinsel rıza ihlali olacağının altını çiziyor. Toplumlarda "öteki"nin sürekli haldeki katmanlı yapısını sunarken önce “beyaz olmayan biri” sıfatıyla var oluyor. Ertesinde “erkek olmayan” nitelemesiyle var oluyor. Yakın arkadaşı Kwame’nin hikâyesiyle de “heteroseksüel olmayan” katmanını ekleyerek kör göze çok güzel parmak sokuyor. Spoiler vermemeye ulu manitu üzerine yemin ettim, o yüzden ağzımı mühürledim fakat öyle bir final bekliyor ki sizi…

 

Final bölümünü izledikten sonra, ödül törenlerinde gözleriniz Michaela’yı arayacak diyebilirim. Nitekim geçtiğimiz ay gerçekleştirilen Altın Küre ödüllerinde, dizinin tamamen göz ardı edilmesine, Emily in Paris’in yazarı Deborah Copaken bile sosyal medya üzerinden sitem etti. Altın Küre’nin seçici kurulunun takındığı tutum dahi pek çok mesajı barındırıyor. Bunu alelade bir göz ardı ediş değil bilinçli bir gölgede bırakma olarak görmemek elde değil. Sanki istediğimiz kadın hikâyeleri bu değil, ya alışveriş yapıp sevgilinizin peşinde koşun ya da kırılgan ataerkimize saldırmayın der gibiler. Oradan bir baht dönüşü daha rica edelim. Bu da bastırarak söyleneninden errrkeklikle mücadelemize gelsin.

 

 

Unbreakable Kimmy Schmidt adlı yapımın yazar ikilisinde tanıdık bir isim mevcut: Tina Fey. (Ben şahsen, Amy Poehler ile arkadaşlıklarını kıskanmadan duramam.) Tür sınıflandırmasında tamamen komedi olarak karşımıza çıkan yapımın öyküsü aslında oldukça dramatik bir gelişim sürecine sahip. Sosyopat bir tarikat lideri tarafından dünyanın yok olduğuna inandırılarak yer altı sığınağında 15 sene mahkûm edilmiş dört kadının kurtarılması ve hayatlarına devam edebilme denemeleri işleniyor. Mizahi bir eleştiri tercih edilmiş olması, yaşanılan trajediyi gölgeliyor olsa da eleştiri dozunu korumaya gayret ediyor. Kimmy’nin New York’a yerleşmesiyle edindiği çevrede atipik karakterler de mevcut. Şaşaalı şehir hayatında, kendini zengin bir erkeğin heybetiyle var etmeye çalışan Jacqueliene, mahallenin belalısı diyebileceğimiz Lilian ve billur sesli divamız Titus ile birlikte Kimmy, gasp edilen 15 yılını telafi etmeye çabalıyor. Bilhassa kadın karakterler gitgide daha çok gelişiyor ve “istemem eksik olsun” sizin bize sunduğunuz seçenekler diyerek kendi yollarını kendileri belirliyorlar. Olayın faili rahip ile Kimmy’nin yüzleşmesinde muhtemelen dişlerimizi sıkarak dinleceğimiz sözler işitiyoruz. Kimmy, neden bunları yaşattığını sorduğunda aldığı cevap: Çünkü yapabiliyordum, oluyor. Buna gücünün yettiğini, canının istediği hayatını gasp edebilme yetkisini çok basit sözlerle tarif ediyor.

 

Şöyle bir bütün dünyayı, ana haberleri, ikinci sayfa başlıklarını, blurlanmış gazete haberlerini hatta daha da ötesinde sarsılmaz nefretleri olan kimselerin yaptıklarını düşününce sorular sormadan edemiyoruz. Neden yaşanıyor, neden yaptı, kim erkek ilan etti bütün tanrıları diye… "Çünkü yapabiliyorlar" cevabı kadar ağır bir cevap daha bulamazdım muhtemelen.

 

Elizabeth Cady Stanton, “Bugün erkek iktidarı altında düzenlendiği şekliyle toplum, kadınlığa büyük bir tecavüzdür” demiştir. Suzie’nin mahremi ortaya dökülerek özel hayatına tecavüz edilmektedir. Arabella, cinsel rızasını sunmadığı biri tarafından bedenen tecavüze uğrar. Kimmy ise yıllarını, sadece yapabilmenin yetkisiyle adeta keyfi öyle istediği için onları kaçıran bir rahip yüzünden bir sığınakta geçirerek istismara maruz kalır. Kadınların özeline, hayatına, canına ve dahasına sadece yapabildiği için kast eden bu rezil düzene bir baht dönüşü dileyelim o zaman. Böyle düzen de batsın yere deyip kafaları kıralım. Suçlayan bir erkeğin parmağının hep bir kadını göstermesi kültüne aynamızı tutup parmaklarımızı çevirebilsek keşke. Suzie, Arabella, Kimmy, İrem... Derken hep beraber konuşsak ve desek:

 

We definitly destroy you! (Seni kesinlikle yok edeceğiz) Bu da, yine yeniden sana geliyor patriyarka!

 

 

1 yorum

  • profil

Yorum Yaz