Onur Ünlü’nün bütün “sektör”ü alaşağı ettiği, bizzat kendi başta olmak üzere neredeyse herkesle dalga geçtiği stand-up’ını izledim geçtiğimiz günlerde. “Hayatta tek mantıklı şey stand-up yapmakmış gibi geliyor” alt anonsuyla ilan edilen bu gösteride Ünlü “Aramızda Emin Alper’in filmlerini bile beğenmeyenler var, bir şey diyor muyuz?” mealinde bir şey söyledi. Yekten söyleyebilirim: Bence de yakın dönem sinemanın en parlak örneklerinden biri, belki de en parlak olanı Abluka’dır (2015).
Konuyu azıcık dağıtacağım. Bu sene “öze dönüş” teması ve tartışmalı Bozkır (Yönetmen: Ali Özel) ödülleriyle konuşulan Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin açılış filmi Bina idi (Yönetmen: Orçun Behram). Bendeniz de festivalin ilk hafta sonu birkaç film izlemek üzere Antalya’daydım ve dağıtılan festival broşüründe açılış filminin açıklamasında “distopya” kelimesini görünce, etraftaki arkadaşlara bu kelimeyle tanıtılan “buralı” filmlerin genelde hayal kırıklığı yarattığını söylemiştim. Eğip bükmeden söyleyeyim, tam da tahmin ettiğim gibi oldu. Filmini Toronto’da açan Orçun Behram’ın ilk uzun metrajıymış bahsi geçen film ve gerçekten sonuna kadar izlemek epey gayret ve emek talep etti. Konuyu Emin Alper’e doğru toparlıyorum.
Abluka da bir “distopya”ydı. Edebiyatta da olur aynısı, bazı yazarlar henüz ilk kitabıyla çok yüksekten giriş yaparlar ve o ilk kitabın hatırı, okurun gözünde uzun sürer. Okur dediğimiz figür, zaten çeşitli krediler açan, yayıncının attığı zarı/resti gören, ekseriyetle de iltimas geçerek bakan bir topluluğun adıdır. Sinema izleyicisi de aşağı yukarı böyle. Bazı ilk filmlerin kredisi çok yüksek olur. Akraba değiller ama “soyadaş” olan iki yakın dönem sinemacı da böyle. Emin Alper Tepenin Ardı (2012) ile böyle bir giriş yapmıştı; Özcan Alper de Sonbahar (2008) ile. İki “Alper”den Emin Alper olanının bu krediyi Abluka ile daha da kavileştirdiğini söylemek büyük bir iddia olmaz. Dolayısıyla Kız Kardeşler (2019) sinema izleyicisinin epeydir beklediği, merak ettiği ve sanıyorum gayet olumlu önyargıyla izlediği bir film oldu.
Okur dediğimiz figür, zaten çeşitli krediler açan, yayıncının attığı zarı/resti gören, ekseriyetle de iltimas geçerek bakan bir topluluğun adıdır. Sinema izleyicisi de aşağı yukarı böyle. Bazı ilk filmlerin kredisi çok yüksek olur.
Filmin İngilizcesi aslında “tarif etmek” bağlamında daha geniş olanaklar sağlıyor: A Tale of Three Sisters. Anne ölümü ardından öksüz kalan üç kız kardeşin (Cemre Ebuzziya, Ece Yüksel ve Helin Kandemir) hikâyesini izliyoruz. Gene ilk elden söylemek icap eder: Ortanca kardeş Nurhan karakterini canlandıran Ece Yüksel, hakikaten müthiş parıltılı bir performansa imza atıyor. Blu TV’nin yakın dönem iyi işlerinden biri olduğunu düşündüğüm Bartu Ben’in “cast”ıyla benzerlikler taşıyan film, bütün oyunculuklarıyla müstesna bir yerde duruyor. Veysel karakterini canlandıran Kayhan Açıkgöz’ün performansına da bir not düşmek gerekiyor.
Emin Alper “yersizlik” seven bir yönetmen. Referansın doğrudan coğrafya olmadığı, hatta metin (film) ilerledikçe coğrafyanın silikleşmesinin de anlatıya dahil olduğu hikâyeler anlatmayı seviyor. Tepenin Ardı’yla başlayan, Abluka’yladevam eden bu “yersizlik” bağlamı, Kız Kardeşler’de yönetmen tavrı olarak iyice belirginleşiyor. Yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun’la “Açı Karşı Açı” muhabbeti döndürdükleri şu videoda filmde yapmak istediklerini açıklıkla anlatıyor Emin Alper. Şivelerin karışması, daha doğrusu şivelerin sadece bir yere ait olmaması, melezleşmesinin de anlatıya dahil olduğunu anlıyor ve tahmin ediyoruz. Röportajlardan öğrendiğimiz kadarıyla, onun da gayreti bu yöndeymiş. Mekânın kendisinin bir önemi kalmıyor film ilerledikçe. O vakit biz de anlatının kendisine odaklanmamız gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü filmin ana konusu “beslemelik” ve evet, şimdiye kadar pek de film izlemedik bu konuya dair. İşler burada az biraz karışıyor.
Yakın dönem sinemasında “Çehov” etkisi malum. Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) başta, Nuri Bilge Ceylan sinemasının başat yazarlarından biri Çehov, hatta belki başta geleni. Kış Uykusu (2014) kimi yerlerde Dostoyevski’ye göz kırpsa da, iki Rus yazarın iki önemli yönetmen tarafından nerdeyse bölüşüldüğü açık. Dostoyevski’den Demirkubuz, Çehov’dan Ceylan sorumlu. Emin Alper de bu filmiyle hem NBC estetiğine yaklaşıyor, hem de Çehov’dan doğrudan esinlendiğini söylüyor. Velakin “beslemelik” mevzuu akim kalıyor, derinleşmiyor, sınıfsal/etik sorunun ardında neredeyse bir “motif” olarak kalıyor. Karakterler ne kadar derinse, konunun kendisi o kadar karton kalıyor. Bu da; mekânı, yeri geldiğinde dilin kendisini ötelememizi ima eden Alper sinemasında yeni bir problem olarak belirliyor. Yönetmen aslında oldukça yakıcı bir “sorun” olarak gördüğü beslemeliği, küçücük bir kasabada kadın/kız çocuğu olma hallerini konuşmak için bahane kılmış gibi görünüyor.
Müfit Kayacan’ın parlak oyunculuğuyla, filmden çıkışta dile pelesenk olan “namkör” kullanımını, Alper’in meraklı bir izleyicisi olarak kendime çevirebilirim. Çöl kuraklığına sahip Türkiye sinemasına nefes olduğunu düşündüğüm Emin Alper filmlerinin biraz dışına koyuyorum Kız Kardeşler’i. O “beklediğimiz” film bu değil ama şüphesiz ki kuvvetli bir film.
Bu kadar namkörlüğe müsaade etmesi dileğiyle.